İçinden Halk Geçen Kütüphane ve Kanaat Kitabevi

“Bir yaşlı insan öldüğünde bir kütüphane yok olur.
Bir çocuk öldüğünde, hayata veda eden, bir okurdur.
Her ikisi öldüğünde ise kaybolan, bir uygarlıktır”

Jacques Attali

Yavuz Turgul’un son filmi “Yol Ayrımı”nda baş rol oyuncusu Şener Şen bir şiir okuyormuş. “Okuyormuş” diyorum, çünkü henüz filmi izlemedim. Söz konusu şiir, Jorge Luis Borges’in, “Eğer yeniden başlayabilseydim yaşama” diye başlayan “Anlar” şiiri. Şiir muazzam, ama benim derdim şiir değil, şairi. Hayranı olduğum, “büyülü gerçekçilik” akımının en büyük temsilcilerinden, Arjantinli Jorge Luis Borges “Ben cenneti hep bir çeşit kütüphane olarak düşlemişimdir.” diyecek kadar kitapları seven biri. Öyle seviyor ki, hayalindeki meslek Arjantin Ulusal Kütüphanesi Müdürlüğü. 1955’te bu göreve atandıktan çok kısa bir süre sonra gözlerini kaybeden Borges, bu durum için, “Bana aynı anda hem 800.000 kitabı hem de karanlığı veren Tanrı’nın muhteşem ironisi” diyor.

Çocukluğumda, karlı, soğuk bir günde, sıcacık bir kütüphanede uyuyakaldığım için, kütüphane memuru tarafından unutulmayı; kitaplar arasında geçirdiğim gece boyu, kitaplardaki kahramanlarla, yazarlarla, şairlerle konuşmayı düşlediğim bir dizi hayalim olmuştu. Yıllar içinde kahramanları değişse de hayalimin dekoru hep aynı kaldı: Akşehir Halk Kütüphanesi. Aman diyeyim, buradan şu sonuç çıkmasın, ben kütüphaneden çıkmayan biri değildim. Taş çatlasın dokuz-on kez gitmişliğim vardır, ama hayal bu ya, kime ne. Kütüphanenin, parkın karşısındaki iki katlı, mavi binasını (Mavi mi gerçekten? Öyle kalmış aklımda) her zaman çok sevimli bulmuşumdur. Ahşap bir kartoteks dolabı var aklımda. Çekmeceleri çektiğinizde, kalın kartonlara daktiloyla yazılmış, kitap ve yazar isimleri, numaralar… İçeride masalar, raflar, kitaplar ve tuhaf bir sessizlik…

Edip Cansever, “Ben Ruhi Bey Nasılım?” şiirinde öyle güzel tarif eder ki bu sessizliği:

“Ne peki

Yere dökülen bir un sessizliği mi

Göğe bırakılmış bir balon sessizliği mi

İşini bitirmiş bir org tamircisinin

Tuşlardan birine dokunacakkenki

Dikkati ve tedirginliği mi.”

Ne yazık, kütüphanede mahsur kalma hayalim gerçekleşemeden Akşehir’den ayrıldım.

Akşehir Halk Kütüphanesi dedikten sonra, düşlerimin başladığı yerde duran, sevgili kardeşim Sevilay’ın dedesi, Ahmet Bedri Ulukan’ı anmadan geçmem mümkün değil.

Ahmet Bedri Ulukan ya da Akşehir’in sevgili “Kütüphaneci Bedri”si, kütüphanedeki görevini 30 Ağustos 1945’de devralıyor. Devraldığı şeye kütüphane demek ne derece doğru bilmiyorum. İplikçi Camii’nin bitişiğinde, eski bir okuldan bozma, Halkevi olarak kullanılan binanın salonundaki sekiz dolap dolusu kitaptan söz ediyoruz. Hepsi bu! Akşehir’e, döneminin çağdaş anlayışıyla bir kütüphane kazandırmayı amaç edinen bu idealist insanın düşünceleri, Şubat 1957’de kurduğu dernekle ilk kez ete kemiğe bürünüyor ve 24 Haziran 1958’de Akşehir Halk Kütüphanesi’nin halen bulunduğu binanın temeli atılıyor. Ahmet Bedri Ulukan, uzun yıllar müdürlüğünü yapacağı kütüphaneyi inşa ettirmek için gerekli tüm adımları cesaret, istek ve kararlılıkla atmanın ötesinde, binanın inşası sırasında da bilfiil çalışıyor. Film gibi, öyle değil mi?

1849 yılında 493 el yazması eserle açılan Akşehir kütüphanesinin kurucusu, Akşehirli Hacı Ömer Efendi olabilir, onu da rahmetle analım, ama babası Ahmet Bedri Ulukan’dır bence. Minnettarım kendisine. Hatırasına saygılarımı sunarım.

Hayatımda yer etmiş başka kütüphaneler de var sonrasında. Ankara’da fakültenin kütüphanesi, birkaç kez ziyaret ettiğim ODTÜ’nün kütüphanesi, hayallerimin çok ötesindeki Millî Kütüphane. Hepsi de güzel, ama hiçbiri içimi Akşehir’deki kütüphane gibi ısıtmıyor. Hiçbirinde uyuyakalmayı düşlemiyorum.

Yalnız, içinde gecelemeyi değil, ama tıpkı Borges gibi, “müdürü” olmayı çok arzu ettiğim bir kütüphane var(dı): Bozcaada Kütüphanesi. Bugünkü kütüphaneden söz etmiyorum. İskeleye yakın, önünde kocaman bir çınar ağacı olan, içinde soba yanan, tek katlı, alçakgönüllü eski kütüphane sözünü ettiğim. Hani şimdilerde pastane olan.

Eskiden, özellikle kışın gittiğimizde, merkeze, kasıtlı olarak vapur saatinden biraz erken iner, Deniz’le birlikte kütüphaneye uğrardık. Defalarca gitmeme rağmen, bir kez bile görevli memuru görmedim, ama bir kez bile kapıyı da kapalı bulmadım. Ne kadar güzel bir kütüphaneydi!

Bir başka güzel kütüphaneyi de birkaç yıl evvel Sevilla’da gördük. Ekim ayı ortaları. Hava henüz kararmış, akşam başlıyor. Nasıl da soğuk. Işıklar yanıyor sağda solda tek tük. Derken tek katlı bir binanın önünden geçiyoruz. İnsanın içini ısıtan sarı ışıklar taşıyor içeriden. Pencere kenarları rahat koltuklarında, sandalyelerinde kitap okuyan insanlarla dolu. Dikkatli bakınca, buranın bir kütüphane olduğunu anlıyoruz. İçeriden taşan sarı ışığın, manyetik bir etkisi var sanki. Vaktimiz çok dar. İçeri girmemek için kendimizi zor tutuyoruz. Türkiye’de herkesin eve dönme telaşı yaşadığı saatlerde, İspanya’da bir kütüphanede gördüğümüz bu kalabalığa şaşıyoruz.

Bizde durum ne diye merak edip Türkiye İstatistik Kurumu’nun verilerine baktım. 2001 yılında 1350 olan halk kütüphanesi sayısı, 2016’da 1137’ye düşmüş. Ne yazık…

Bu konuya, bir sonraki yazımda, Münih’teki kütüphanelerle devam edeceğim, ama kütüphaneden, kitaptan bunca söz edip, Can amcadan söz etmemek olur mu?

Eğer belli bir döneme dair, Akşehir gibi küçük bir yerde geçen bir film yapılsaydı, filmin en güzel karakterlerinden biri Can amca olurdu sanırım. Karakter analizi şöyle başlardı: “Kanaat Kitabevi, Can Tuğrul. Şehrin en saygın kitapçısı. Mesleği babadan devralmış. Şık, temiz giyimli, dürüst, işini seven, işinin ehli ve çok beyefendi bir karakter.”

Can Tuğrul

Meydanda, İplikçi Camii’nin karşısına denk gelen sıradaydı dükkânı. Komşularını annemin yardımıyla hatırladım. Bir yanında Tozluoğlu’nun kundura dükkânı, diğer yanında Ümit Eczanesi. Birkaç basamak taş merdivenle çıkılan Sıtma Savaş Derneği ve onun yanında da Sümerbank. Neden bu dükkânları hatırladıkça yüzüme bir serinlik vuruyor anlamıyorum.

Her kitapçı dükkânı gibi büyülü bir mekândı Can amcanınki de. Hafif dar, içeriye doğru uzayan dükkâna girer girmez gazete ve kitap kokusu karşılardı insanı. Sağlı sollu raflarda her tür kitap, gazete, anneme göre “mecmua”, bana göre dergi, binbir çeşit kalem, silgi, mürekkep, mektup kâğıdı, zarf, kartpostal… Yok yoktu. İçinde kıymetli kalemlerin olduğu camlı bir dolap dururdu orta yerde. Ne güzel kalemlerdi.

Can Tuğrul, sevgili oğulları Osman Nuri ve Erdinç’le Kanaat Kitabevi’nde

Annemlerin zamanında, Can amcanın babası Osman Tuğrul işletirmiş bu kitabevini. Onlar Yeni Sabah Gazetesi ve Hayat “mecmuası”na abone imişler. “Abone olanların gazetelerinin ve mecmualarının üzerinde el yazısıyla isimleri yazılı olur ve onlar ayrı bir yerde dururdu.” diyor annem. Dergi, gazete tamam, ama benim için Kanaat Kitabevi demek, Milliyet Yayınları Çocuk Kitapları Dizisi demekti. Cep kitabı boyutunda küçük, pırıl pırıl kuşe kaplı, kabını çıkarınca içinden masmavi bir deniz gibi fırlayan cildiyle bu kitaplara bayılırdım! Pal Sokağı Çocukları, Mohikanların Sonu, Define Adası, Orman Çocuğu, Denizler Aslanı, Fadiş, Günaydın Kuşu… (Ağlayacağım şimdi) O güzel kitaplar nereye gitti bilmiyorum, ama Can amcadan alınmış, halen kitaplığımda duran  pek çok kitap var. Uğur Mumcu, Sevgi Soysal, Ayla Kutlu kitapları ilk hatırladıklarım.

Can Tuğrul çok sevgili eşi Gülşen hanımla

Bir dönem geldi, insanlar “kütüphane” deyince, evlerinin salonunda duran, içine süslü bardak, çanak, fotoğraf, biblo doldurdukları heyula dolapları, “kitapçı” deyince de kırtasiye dükkânlarını anlamaya başladılar. O zamanlara mı denk gelir Can amcanın bu işi bırakması bilemiyorum, ama birkaç hafta önce onu kaybettiğimizi öğrendiğimde, zihnimde hep asılı duran “Kanaat Kitabevi” tabelası bulunduğu yerden indi ve vitrin görevi gören büyük, camlı kapı kapandı.

Çıktığın yolculukta aydınlık yollardan geç, huzurla uyu Can amca. Bak, bir şehir dolusu çocuk, kitapların arasından gülümseyerek, sana el sallıyor.

Münih, 6 Aralık 2017

 

Ahmet Bedri Ulukan’ın fotoğraflarını Mehmet Güleray’ın arşivinden aldım.

Can amcanın fotoğraflarını ise sevgili oğlu Osman Nuri Tuğrul gönderdi.

Her ikisine de teşekkür ederim.

Yukarıdaki yazının İstasyon Gazetesi’nde yayımlanmış hali:

http://www.istasyongazetesi.com/kose-yazisi/2805/icinden-halk-gecen-kutuphane-ve-kanaat-kitabevi.html

 

İçinden Halk Geçen Kütüphane ve Kanaat Kitabevi’ için 10 yanıt

  1. Nigar’cığım bizlerin de duygularına tercüman olmuşsun,Can amca yattığın yer ışıkla dolsun.
    Yüreğine , kalemine sağlık. Sevgiler

    1. Çok teşekkür ederim Münevver. Dileklerin yerini bulsun.
      Sevgiler.

  2. Nasıl yapıyorsun bilmiyorum ama unuttum dediğim sokaklardan geçiyorum,unuttum dediğim insanları hatırlıyorum herseferinde.Kütüphane,Kanaat Kitapevi,Milliyet Çocuk Kitapları Serisi,Sümerbank ve pastane(adını hatırlayamadım ama prenses pastasının tadı çok net)…Çocukluğum ve ilk gençliğim.Babamın toprağı,toprak olduğu yer..
    Nigar,yazmaya devam et,yazdıkça dokunuyorsun yüreklere..İnşallah kitabını da alıp okuruz.

    1. Güvendik Pastanesi:)
      Babana ve tüm gidenlere bin rahmet. Dilerim, bir gün oralarda birlikte gezerken konuşuruz bütün bunları.
      Sevgiler.

  3. Nigar Hanım, çok duygulandım. O günlerimi tekrar yaşadım. Yüreğine, kalemine sağlık. Ahmet Bedri Ulukan ve Can Tuğrul Beylere tanrıdan rahmet diliyorum. Akşehir Kütüphanesine üşüdüğüm ve ıslandığında hem ısınmak hem de ödevlerimi hazırlamak için daha sık gittiğimi; Kanaat Kitabevine de boş zamanlarımda elektrik direğine asılmış gazeteleri okumak amacıyla da gittiğimi anımsarım. 1957-1965 Yıllarında. O yıllarda gazeteleri bir gün sonra alırdık.
    Teşekkür ediyorum, iyi günler diliyorum.

    1. Çok teşekkür ederim okuyup değerlendirdiğiniz için Cengiz bey. Elektrik direğine asılı gazeteler ayrıntısını ben hatırlayamamıştım. Teşkkür ederim katkınız için.
      Sevgiler.

  4. Merhaba Sevgili Nigar, biraz önce blogunu takip etmek için onay verdim. Ben, arkadaşın Türkan Şengüler Tatar’ın büyük ablasıyım. Eminim beni hatırlarsın. Daha önce Türkan’dan blogunu duymuş ve yazılarını okumuştum. Hepsi de çok güzeldi ve beni de çocukluğuma Akşehir ‘deki günlerimize götürmüştü. Yorumların, benzetmelerin çok güzeldi. Ellerine, yüreğine sağlık. Hele Cumhuriyey Bayram’ı kutlamaları ve fırında ekmek yapma geleceğini anlatan yazılarına bayılmıştım. Ancak o dönemde sana bu duygularımı yazamamıştım bir şeyler araya girdi iş yoğunluğu vs. Şimdi tekrar blogunu açtım ve yeni yazılarını okudum Yine hepsi çok güzel. Akşehir’le ilgili olanlar o dönemde yaşadıklarımızı tekrar gözümüzde canlandırdı. Halk Kütüphanesinde geçen günlerimiz, kitapçı Can Tuğrul’dan okul ihtiyaçları ve aldığımız kitaplar. Allah her ikisine’de rahmet eylesin. Daha uzatmak istemiyorum Yazmaya devam et ve biz de zevkle okuyalım. Bununla da kalma roman, hikaye yaz . Senin bunu yapabileceğine eminim. Sağlıcakla kal. Aliye

    1. Sevgili Aliye abla,
      Ne kadar sevindim mesajına bilemezsin. Sizler hayattaki duruşunuzla, onu anlama ve anlamlandırma çabanızla, sade Türkan’a değil, bize de örnek oldunuz. Çok teşekkür ederim. Çok komik olacak, ama bugün ne zaman avokado yesem, sizi anarım. Bunu Aliye ablalar kazandırdı bu topraklara diye:)
      Antalya’ya, ailenize, size çok çok sevgiler.

      1. Günaydın Nigar’cığım,
        Antalya’dan ben de sana ve ailene selam ve sevgilerimi gönderiyorum. Emekli olduktan sonra da durmak yok, yola devam diyerek çalışmaya , üretmeye, tanıtmaya devam ediyorum. Şimdilerde bir bahçemiz ve seralarımız oldu, narenciye, avokado ve diğer meyve türlerinden yetiştiriyorum. Antalya ‘ya gelirseniz mutlaka beklerim. Ne mutlu ki çabalarımız da boşa gitmedi. Bugün tarımın birçok kolunda üretici can çekişirken avokado üretimi artarak devam ediyor. Akşehir pazarında bile tezgahlarda avokado satıldığını görmek beni sevindiriyor. Ancak üretimin ve tüketimin çok artması gerekir. Bu sağlıklı ürünü orada bol bol tüketin. Tekrar sevgiler. Hoşça kal.

Aliye Şengüler Demirkol için bir cevap yazın Cevabı iptal et

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.