Münih’te ikinci kez gittim sinemaya. İlki, çocuklara eşlik etmek için gittiğim, orijinal adı “Inside Out” olan, burada “Alles Steht Kopf”, Türkiye’de “Ters yüz” ismiyle gösterilmiş bir animasyondu. Her ne kadar bugün bu filmden bahsetmeyeceksem de izlediğim en güzel animasyonlardan bir tanesiydi söylemem gerek.
İkinci filmim, Türkenstraße 91’ deki Arri Kino’ da izlediğim “Das Salz der Erde” oldu. Fuayeyi doldura(maya)n insanlara baktım da, dünyanın her yerinde durum aynı sanırım. Bağımsız sinema izleyicisi bu kadar. Yapacak bir şey yok.
2015 yılı César ödüllerinde yılın en iyi belgesel ödülünü almış film, Brezilya’ lı fotoğraf sanatçısı (Ah! bilseniz bu ifade ne kadar yetersiz…) Sebastião Salgado hakkında. Üzerinden günler geçmiş olmasına rağmen, Salgado’nun kişiliğinin, duruşunun, tarzının ve fotoğraflarının etkisindeyim. Bugüne kadar ondan habersiz oluşumu affedemiyorum.
Hakkında Türkçe bilgi bulmak oldukça güç. İnternet üzerinde nereye baksanız, Ara Güler’ le yaptıkları fotoğraf alışverişi ve neticesinde Ara Güler’ in Salgado’ dan aldığı fotoğraflarla Şubat-Mart 2004’ de İstanbul’ da açtığı sergiden bahsediliyor. Bir de İzmir Folkart Gallery’ de Ekim-Kasım 2015’ de açılan sergi var. Şanslı İzmirliler.
Ne hayat ama!
Hayatıyla ilgili farklı kaynaklardan edindiğim bilgiyi paylaşayım sizlerle. 1944 yılında Brezilya’ da Aimorés’ te, sekiz çocuklu –çocukların yedisi kız bu arada- bir ailenin, altıncı çocuğu olarak dünyaya gelmiş. Filmde tam bu noktada “Ne hayat ama!” diyor. Ailenin bir sığır çiftliği varmış. Filmde bu sığır çiftliğinin Salgado’ nun hayatının başında ve sonunda ne büyük yeri olduğunu göreceğiz. Yine filmden anladığımız kadarıyla babası iktisat eğitimi almasını şart koşmuş. O da onu kırmamış, doktora yapacak seviyede iktisat okumuş. Evlenmiş.
60’ lı yılların ortalarında, karı-koca sol siyasette aktiflerken, ülkedeki askeri diktatörlükten kaçarak 1969 Ağustos’ unda Fransa’ ya gitmişler. Birleşmiş Milletler bünyesindeki International Coffee Organization’ da çalışmaya başlayınca, bu kez Londra’ ya taşınmışlar. Kariyerine Dünya Bankası’ nda devam etmiş. İşi gereği -yanında, karısının aslında kendisi için aldığı fotoğraf makinesi olduğu halde- pek çok kez Afrika’ ya seyahat etmiş.
Teşekkür ederim Lélia!
Buraya kadar ismini özellikle zikretmediğim, mimarlık eğitimi alan bu kadın, kendi çalışmalarını görüntülemek için aldığı fotoğraf makinesini Sebastião’ ya vererek, bence ona bugünkü hayatını hediye eden kişidir ve onu sadece “Sebastião Salgado’ nun karısıdır” diye tanıtacak olursam, bir kadın olarak önce ben kendimi inkar etmiş olurum. Bu isim: Lélia Wanick Salgado!
O da Salgado gibi Brezilya’ da doğmuş. Profesyonel hayatına 17 yaşında ilkokul öğretmenliği ve piyano öğretmenliği yaparak başlamış. Sonra sırasıyla, konservatuvarda piyano, Güzel Sanatlar Fakültesi’ nde mimari ve Paris (8) Üniversitesi’ nde şehir planlama okumuş. Bu dalda master derecesi almış ve Fransa’ nın farklı şehirlerinde şehir plancısı olarak çalışmış. 70’ li yılların başında fotoğrafla ilgilenmeye başlamış. 1983’ de yönünü tamamen fotoğrafa çevirmiş. Fotoğraf dergilerinde çalışmış. Magnum Gallery’ nin direktörlüğünü yapmış. Bu esnada Sebastião Salgado da Sygma, Gamma ve Magnum Photos için belgesel fotoğraflar üretmiş. Birlikte geçen bir ömür, birlikte gerçekleştirilen projeler, sergiler, kitaplar… 1994’ de kendi ajansları olan “Amazones Images”i, kurmuşlar. Ajansın 2004 yılında geliştirdiği ve filmin son bölümünde anlatılan “Genesis” projesinin belki de son ayağı, Salgado çiftinin 1998’ de kurdukları “Instituto Terra” olmuş. Şu anda Lélia olağanüstü işler yapan bu enstitünün başında.
İki çocukları var, iki oğlan: Juliano ve Rodrigo. Büyük oğul Juliano Ribeiro Salgado yapımcı, yönetmen ve yazar. Zaten “Das Salz Der Erde” filminin yönetmenliğini de Wim Wenders’ la birlikte o üstlenmiş. Küçük oğul Rodrigo down sendromlu olarak doğmuş. Filmde Juliano: “Küçük kardeşim asla benim gibi okula gidemeyecek, okuma yazma öğrenemeyecekti. Rodrigo asla paylaşamayacağımız bir dünyada, tecrit edilmiş olarak yaşayacaktı. Bu anne babamı çok üzdü. Ama sonra bir şey oldu. Rodrigo sevgisiyle kendine özgü bir dil geliştirdi. Zaman içinde onun duygusal alfabesini deşifre etmeyi ve sözcükler olmadan iletişim kurmayı öğrendik.” diye anlatıyor durumu.
Son olarak, Sebastião Salgado’ nun her biri seneler süren tüm projelerinin küratörü ve editörünün Lélia Wanick Salgado olduğunu söyleyeyim ve ona bir fotoğraf makinesi verdiği için kendisine şahsi teşekkürlerimi ileteyim.
Fotoğrafçı: Dünyayı ışık ve gölgeyle yeniden yazan insan.
Fuayeye dönüyorum tekrar… Arri Kino, bir cep sineması değil ama küçük bir salon. Bayılırım bu boyuttaki salonlara.
Bugüne kadar, onlarca salonda yüzlerce film izlemişimdir. Her seferinde aynı heyecan olur mu? Biletimi verip salonun kapısından içeri adım attığım anda öyle heyecanlanıyorum ki. Bunda koltukların, halıların kırmızı olmasının payı büyük ama başka renklerde tefriş edilmiş salonlar da gördüm. Oralarda da durum aynı. Kimbilir belki de var mı yok mu diye her seferinde kendimi tarttığım için biliyorum bu hissin varlığını. Çünkü gerçekte istediğim ve beklediğim bir şey. Olmazsa rahatsız olurum.
35-40 kişilik izleyici grubu olarak salonda yerlerimizi aldık. Hemen herkesin yanına oturduğu insanı selamlamasından şaşkın koltuğuma yerleştim. Yanımda sevgili arkadaşım Nükhet var. Kalplerimizin pencereleri aynı yöne açık olduğu için biliyorum ki tam benim sormak istediğim noktada, duymak istediğimi kulağıma fısıldayacak. Nitekim başlangıçta öyle de oluyor ama sonra o da ben de vazgeçiyoruz. Zira film öyle arada bir kulağa fısıldamakla anlaşılacak bir film değil. Çok mu karmaşık? Aksine çok yalın. Kimsenin bir şey söylemesine gerek yok. Gözünü ve kalbini açman yeterli. Salgado da öyle yapmamış mı zaten?
Siyah ekranda görüntüsüz, yalnızca sesle başladı film; en sevdiğim, hep yapmak istediğim.
“Bu film bir fotoğrafçının hayatı hakkında. Fotoğraf sözcüğü Eski Yunanca “foto” ve “grafos” sözcükleri birleştirilerek yapılmış. Işıkla yazmak, çizmek anlamına geliyor. Bir fotoğrafçı tam anlamıyla ışıkla resim çizen insandır. Dünyayı ışık ve gölgelerle yeniden yazan insan…”
Girişteki görüntüleri, farklı bir baskı tekniğiyle yapılmış gravür benzeri resimler sandım. Büyük, çok büyük bir çukur, sırtında çuvallarla inen, çıkan, karıncalar kadar çok, binlerce insan. Fondaki ses anlatıyor ama ben Almanca bilmiyorum ki. Nükhet kulağıma: “Altın madeni…” diye fısıldıyor. Altın madeni mi? Gerçek mi yani bu görüntüler? Ben bu insanları, Piramitler’ i ya da Babil Kulesi’ ni inşa eden köleler diye düşünüyorum. Filmi evde ikinci kez izlediğimde, yalnız olmadığımı anlıyorum. Wim Wenders da aynı şeyi düşünmüş.
Bu fotoğraftan sonra, sanatçının başka fotoğraflarını da görüyor Wenders ve bir karara varıyor:
“Sebastião Salgado insanları önemsiyordu. Bunun benim için anlamı büyüktü, çünkü ne de olsa insanlar dünyanın tuzudur.”
Dünyanın Tuzu
Filmin Almanca adına (Das Salz Der Erde) ve orijinal adına (Le Sel de la Terre) baktığımda, bu ifadelerin Türkçe’deki karşılığı olan “Dünyanın Tuzu” ya da “Toprağın Tuzu” -ki ülkemizde bu isimle gösterilmiş- filmi izlemiş biri olarak bana çok şey anlatıyor. Filmi İngilizce adıyla (The Salt of the Earth) arattığımda ise karşıma İncil’ den alıntılar çıktı. İçimden bir ses, filme adını verenlerin buradan yola çıktıklarını söylüyor. İncil’ den bu alıntıyı ve kısıtlı İngilizcemle yapmış olduğum naçizane çeviri-yorumu sizinle paylaşmak istiyorum:
“You are the salt of the earth, but if the salt has lost its flavor, with what will it be salted? It is then good for nothing, but to be cast out and trodden under the feet of men.”
“Sen/siz dünyanın tuzusun/uz. Eğer tuz tadını kaybederse, dünya nasıl tatlanır/tuzlanır? Bu (tuzun tadını kaybetmesi) hiç iyi bir şey olmaz. (Tadını kaybetmiş tuzun) bir kenara atılıp insanların ayakları altında ezilmekten başka hiçbir değeri kalmaz.”
Salgado fotoğraf çekmiyor, ışık ve gölgeyle hikayeler yazıyor. Dünyanın tadı tuzu insanların hikayelerini.
“Bu fotoğraflar, trajik bir ihtişamla dolu bu figürler, umutsuz bir heykeltraş tarafından taşa ya da ahşaba mı işlendiler? Bu heykeltraş fotoğrafçı mı? Yoksa tanrı mı, ya da şeytan ya da yeryüzü gerçekliği mi? Kesin olan bir şey var; bu figürlere etkilenmeden bakmak çok zor. Kimsenin omuz silkeceğini, kör ve uzak, başını çevirip hiçbir şey yokmuş gibi ıslık çalarak uzaklaşabileceğini sanmıyorum.”
Hayranı olduğum bir “diğer Amerikalı” Eduardo Galeano böyle diyor Salgado’ nun fotoğrafları karşısında.
Serra Pelada: Altına bir kez dokunan için artık geri dönüş yoktu.
Açılıştaki fotoğrafları Salgado 1986’ da Serra Pelada’ da çekmiş.
Serra Pelada Brezilya’ da, Amazon ormanlarının ortasında yer alan bir altın madeni. 1980’ lerde keşfedilen bu maden sayesinde Brezilya altın üretiminde dünyanın üst sıralarına tırmanmış. Serra Pelada’ nın hikayesini öğrendikten sonra aklıma, 19. yüzyılda Avustralya ve Amerika’ da yaşanan “altına hücum” hareketi ve bunu konu alan filmler geldi. Nehirlerde kocaman eleklerle kumu, çakılı eleyip altın arayan insanlar. Hikaye çok farklı değil aslında. Zamanında, ırmağın kıyısında çocuğunu yıkayan bir yerli birkaç gramlık bir altın parçası buluyor ve işte ondan sonra bölge cehenneme dönüyor. Beş yıl içerisinde onbinlerce insan, çok büyük altın yataklarının bulunduğu bu bölgeye akın ediyor. Kaç yıl boyunca kazılmış bu topraklar bilmiyorum ama bugün Serra Pelada’ nın yerinde, insan elinin hırsla oyduğu, içi bulanık bir suyla dolu koca bir çukur var. (Burada duralım ve Türkiye’ de altın madenlerine geçit vermemek için direnenlerin tümüne, en tazesi olduğu için Artvin Cerattepe’ ye bir selam gönderelim.)
“Köle gibi görünüyorlardı ama hiç kimse köle değildi. Orada köle olunan tek şey zengin olma arzusuydu. Altına bir kez dokunan için artık geri dönüş yoktu.”
“Bir portre çektiğinizde, artık o fotoğraf size ait değildir. O insan onu size hediye etmiştir.”
Filmin yönetmenleri Wenders ve oğul Salgado, bu biyografik belgeseli, Salgado’ nun hayatı ve çalışmalarıyla paralel bir biçimde kurgulamışlar. Yumağın bir ucunu Salgado’ nun doğduğu Aimorés’ te sarmaya başlıyorlar, diğer ucu projelerinde. Kimi yerlerde hikaye üst üste biniyor doğal olarak. Bazen Wenders ya da oğul Salgado’ nun sesini duysak da anlatıcılığı çoğunlukla Salgado’ nun kendisi üstlenmiş. Daima siyah bir fon önünde konuşuyor. Bilgelikle, ama bir çocuk içtenliğiyle. Sözün bittiği yerde, bembeyaz kaşlarının altından öylece bize bakıyor. Sevgi dolu ve kelimenin tam anlamıyla “görmüş” ve “yaşamış” gözlerle.
İlk projeleri “Autres Americas” (1986) için 8 yıl boyunca Ekvador, Peru, Bolivya ve And Dağları’ nda dolaşmış.
“Bir fotoğrafın daha iyi ya da kötü olması, fotoğrafçının çektiği insanla ne kadar yakın ilişkide olduğuna bağlıdır ve bir portrenin gücü, o insanın hayatından bir kare yakaladığınız saniyenin binde biri kadarki anda gizlidir. Bir portre çektiğinizde, artık o fotoğraf size ait değildir. O insan onu size hediye etmiştir.”
“Dinle Sebastião, senin cennetten gönderildiğini biliyorum.”
Ekvador’ un güneyindeki yerli halklardan biri olan Saraguroları görüntülerken, portresini çektiği Guadalup: “Dinle Sebastião, senin cennetten gönderildiğini biliyorum.” demiş. Çünkü Saragurolar, Tanrının, İsa Mesih’in suretinde yeryüzüne inip, insanları gözlemleyerek, kimin cennete gideceğine karar vereceğine inanıyorlarmış ve uzun sarı saçları, kızıla çalar koca sakalıyla Sebastião’ nun, onların davranışlarını yukarıya bildirecek kişi olduğuna yürekten inanmışlar.
10,5 yıl yurt dışında yaşadıktan sonra 31 Aralık 1979‘ da Brezilya’ya dönmüş ve memleketini daha iyi tanımak arzusuyla Kuzeydoğu Brezilya’da 6 ay sürecek bir geziye çıkmış. Orada gördüğü ve yaşadığı acılar onu öyle etkilemiş ki acilen yola koyulma ihtiyacı hissetmiş.
Sahel L’Homme en détresse (1984-1986)
“Ölen her insanla birlikte, herkesin içinde bir parça ölür.”
Sınır Tanımayan Doktorlar’ la birlikte çalıştığı bu projesinde ilk seyahatini Etiyopya’ ya yapmış. Bölgede bulunan, insanlık tarihinin en büyük mülteci kamplarını, buradaki açlığı, yokluğu, ölümü ve hayatı belgelemek; bunun bir doğal afet değil, bir paylaşma sorunu olduğunu ve bu yüzden insanların akıl almaz güçlükler yaşadığını göstermek istemiş.
“Devletin halkından yiyecek esirgediğini bilmek korkunçtu. Kuzey Etiyopya’ da durum buydu. Bu tam anlamıyla bir ahlaksızlıktı!”
Lélia ’nın düzenlediği fotoğraflar, kitap ve sergiler dünya çapında ilgi uyandırmış, milyonlarca canı tehdit eden bu tehlikeye dikkat çekmiş ve akla bazı sorular getirmiş: Neden?
Söz yine Galeano’ nun:
“Salgado’ nun fotoğrafları insan acısının çok yüzlü bir portresini sunuyor ve aynı zamanda bizi insan onuruna saygı duymaya davet ediyor. Bu açlık ve acı görüntüleri yabani açık yürekliliğin ürünleri ama aynı zamanda saygılı ve edepliler. Sefalet turizmiyle hiç ilgileri yok. İnsan ruhunu lekelemiyor, onu açıklamak için nüfuz ediyorlar.”
Salgado’ nun fotoğraf dilini anlatmak için, bu bölümdeki fotoğraflardan birinden özellikle bahsetmek istiyorum. Filmi Arri Kino’ da izlediğimde, dili hiç anlamadığımı yazmıştım. Söz konusu fotoğrafta, battaniyenin altında üç çocuk yatıyordu. Çocukların sadece gözleri görünüyordu. Ben çocukların ikisinde hayatı, birinde ölümü gördüm. Çıkışta Nükhet’ e sorduğumda, gerçekten de iki çocuğun yaşadığını, birinin öldüğünü ve Sebastião’ nun da bunu anlattığını söyledi.
Siz de göreceksiniz, eminim!
La Main de L’Homme (1986-1991)
Bu projeden sonra, 6 yıl boyunca 30 ülkeyi dolaşacağı yeni bir projeye başlamış. “İşçiler” ya da “Workers” olarak da adlandırabileceğimiz bu projeyi yapma gerekçesini: “Yaşadığımız bu dünyayı inşa eden bütün erkek ve kadınlara saygılarımı sunmak istedim.” diyerek açıklıyor filmde. İçindeki ekonomistle, sonradan dönüştüğü fotoğraf sanatçısını buluşturduğu proje için, Rusya, Bengladeş, Galiçya, Sicilya, Kalküta, Ruanda’ nın da içinde olduğu pek çok yer gezmiş.
Bu proje içindeki en etkili fotoğraf gruplarından biri, Saddam’ ın, 1991 yılında Kuveyt’ten geri çekilirken ateşe verdiği 500 petrol kuyusunu söndürmek için dünyanın dört bir yanından gelen itfaiyecileri görüntülediği fotoğraflar. Kuveyt kraliyet ailesinin bahçesinde mahsur kalmış ve bu yüzden delirmiş vahşi atlar da öyle. “Başka bir gezegen” diye niteliyor orayı Salgado.
Bu fotoğraflar, dünyanın bütün büyük dergilerinde çıkmış, sergisi dünyayı dolaşmış ve kitabı birçok farklı dilde basılmış.
Exodes (1993-1999)
“…sürülenlerin kaderine ışık tutmak…”
Sebastião ve Lélia sıradaki projeleriyle, günümüzdeki başka bir yarayı; toplulukların savaş, açlık ve küresel pazarın kuralları gereğince yerlerinden, yurtlarından edilmeleri konusunu ele almaya karar vermişler.
“Avrupa sınırlarını kapatırken Sebastião sürülenlerin kaderine ışık tutmaya çalışacaktı.”
Hindistan, Vietnam, Filipinler, Güney Amerika, Irak, Filistin, Yugoslavya ve diğer pek çok ülkedeki halkların yurtlarından sürülmesi üzerine gerçekleştirilen bu proje de tıpkı diğer projeleri gibi, dünyada ses getirmiş ve mülteciler hakkında büyük farkındalık yaratmış.
1994’ te, bu proje kapsamında, o hep geri dönmek istediği yere, Afrika’ ya dönmüş. Burada müthiş bir felakete, bir soykırıma tanıklık etmiş. “Cennetin yerini cehennem almıştı” diyerek, 150 kilometre boyunca gördüğü cesetlerden dehşetle söz ediyor ve bunu bize de gösteriyor.
Bu cehennem gibi kamplardan birinde, annesinin bacakları üzerinde oturup annesine bakan, bir yaşlarında bir bebek var. Bebeğin annesine bakışı öyle etkileyici ki. Huzur ve barış dolu bir bahçenin yeşil çimenleri üzerinde oturuyor olsalardı da ancak bu kadar sevgi ve güvenle bakardı annesine.
“Bu mülksüzleşmiş bir sanat. Yeryüzünün çıplaklarını söyleyen çıplak bir dil. Bu görüntülerde hiçbir şey fazla değil; mucizevi bir biçimde retoriğin, demagojinin, hoyratlığın uzağında. Onun için kolay ve şüphesiz ticari olarak kârlı olsa da Sebastião taviz vermiyor.” diyor Galeano.
“Geri döndüm. Çünkü hikayem yaşayan insanlar üzerineydi.”
“Şiddet ve vahşet sadece uzaktaki ülkelere özgü bir şey zannedilmemeli. Burada da, Avrupa’da da yaşandı. Eski Yugoslavya’da. 1994-1995 dehşet vericiydi.
En çok midemi bulandıran, nefretin ne kadar bulaşıcı bir şey olduğuydu.
Bu insanlar bir gece içinde evlerinden atılmış, kendilerini gidecek yer ararken bulmuş, komşularının kendilerine ateş açtığın görmüşlerdi. Sırplar, binlerce genç erkeği katletmişti. Orta Bosna’daki Tuzla kampında sadece yaşlı erkekler, kadınlar ve çocuklar vardı. Genç erkekler alıkonulmuş ve katledilmişlerdi. 20. Yüzyılın sonunda! Avrupa’da! Bu insanlar Avrupalı yaşam tarzına, Avrupalı bilgi seviyesine, Avrupalı altyapısına sahiplerdi. Ve her şeylerini kaybetmişlerdi.
Biz yırtıcı hayvanlarız! Biz insanlar korkunç hayvanlarız! İster Avrupa’ da, ister Afrika’ da, Güney Amerika’ da nerede olursak olalım, saldırgan yaratıklarız. Tarihimiz savaşlarla dolu. Bu sonu gelmeyen bir hikaye. Bir baskı, bir delilik hikayesi.
O feci zaman diliminde Ruanda’ya son yolculuğum bu oldu. Oradan ayrıldığımda artık hiçbir şeye inanmıyordum. ‘Bir tür olarak’ insanoğlunun kurtuluşu olduğuna inanmıyordum. Biz yaşamayı hak etmiyorduk. Gördüğüm bir şeye ağlamak için kameramı kaç defa yere bıraktım bilmiyorum.”
Bu noktada kalbiniz gibi ekran da bir süre kararıyor. Tam içinizdeki vahşi hayvanı sorgulamaya başlayacaksınız ki anlatıcının sesi imdadınıza yetişiyor:
“Sebastião karanlığın kalbini görmüştü. Bir sosyal fotoğrafçı ve insan şartlarının gözlemcisi olarak çalışmalarını sorgulamaya başlamıştı. Ruanda’dan sonra yapacağı ne kalmıştı ki…”
…
oysa nasıl olsa gelecektir bahar denen tarih
önüne durulmaz mantığıyla doğanın
yeşilden olma birim
sudan gelme itmeyle
Umuttur/Turgut Uyar
Ben yaşamımın her anında ve alanında umudu seviyorum. Sinemada da. Okuduğum, izlediğim, yaşadığım bir şey aklımda, kalbimde yeni kapılar açarak, direncimi ve yaşama gücümü artırmıyorsa sevmiyorum, benimsemiyorum onu.
Salgado Afrika’ dan sonra ruh yorgunluğuyla döndüğü Brezilya’ da da başka bir hayal kırıklığı yaşamış. Babasının çiftliğinde çocukluğundan hiçbir eser kalmamış. Ormanlar, kuşlar, timsahlar… hiçbir şey.
Umut Lélia’ nın ağzından dökülmüş: “Daha önce burada var olan ormanı yeniden yapmaya ne dersiniz?”
Lélia’ nın, belki de hayal kırıklığına uğrayan ailesinin moralini yükseltmek için başlattığı bu hareket, 10 yıl içinde bir mucizeye, 600 hektarlık bir “Mata Atlântica” ya dönüşmüş.
Gezegene hürmetlerimizle!
Instituto Terra
Çocukluğunun geçtiği ve artık üzerindeki her şeyin öldüğünü düşündüğü bu arazi, Sebastião’ nun Afrika’ dan sonraki umutsuzluğuna çare olmuş.
Instituto Terra arazisine bugüne kadar 2.5 milyon ağaç dikilmiş; hedef 4 milyon. Binden fazla su kaynağı yeniden akmaya başlamış, yaban hayatı geri dönmüş. “Jaguarlar bile…”
Ve bugün Instituto Terra’ nın, Salgado ailesine ait bir mülk değil, bir milli park olduğunu da öğreniyoruz.
Yeşeren, canlanan ağaçlarla birlikte, Salgado’ nun içindeki fotoğrafçı da uyanmış. Ama Lélia da o da eski işlerine dönemeyeceklerini biliyorlarmış. Ormanların yok edilmesine karşı ya da okyanusların kirlenmesine karşı bir proje mi yapsak acaba diye düşünürlerken, dünyanın neredeyse yarısının, hala yaratıldığı ilk haliyle olduğunu öğrenince, buna çok şaşırmışlar ve “Gezegene hürmetlerini sunmaya” karar vermişler.
Arkadaşları, “Sen tanınmış bir fotoğrafçısın. Manzara ve vahşi yaşam fotoğrafı senin için riskli olabilir.” demişler. Şöyle cevap vermiş:
“Umrumda bile değil. Hadi yapalım!”
Genesis (2004-2012)
Galapagos’ ta Darwin ne gördüyse onu görmek istediği için oradan başlamış. 8 yıl boyunca, büyük bir sabırla doğayı gözlemlemiş. “İşin sırrı benim de bir kaplumbağa, ağaç ya da çakıl taşı kadar doğanın parçası olduğumu anlamaktı.” diyor.
“İguana’nın pençesine bakınca ortaçağ şövalyesinin zırhlı eldivenini, pençenin kemik yapısına bakınca da onun kuzenim olduğunu görüyorum.”
“Bu yaşta bir yaratığın önündeyken, gerçek bir otoritenin karşısında oluyorsunuz. Yüzündeki kırışıklıklar, o bilgelik…”
Bu bölümde, kamerada kendini görüp, bunu fark eden gorilin, Arjantin’ de dokunduğu balinanın, adeta dev bir su kaydırağından atlar gibi, buz dağlarının üzerinden sırayla kayıp suya atlayan penguenlerin fotoğraflarını izlerken, fotoğraflar mı daha şiirsel, anlattıkları mı gerçekten bilmiyorum. Kendisinin de söylediği gibi “Başka bir gezegen” sanki.
“A Revelation”
Filmin son bölümünde, elinde sopası, dilinde “türküsü”, yeşerttikleri ormanların içinde geziyor. Arıları, kuşları dinliyor. Ağaçların gövdelerine, annesinin saçlarına benzettiği Samambaia ağaçlarının yapraklarına dokunuyor. Şefkatle.
Bu noktada, sevgili Ersin Alok’ un, çektiği fotoğraflardan birinde, bir ağaç kütüğünün üzerini kaplamış zümrüt yeşili yosuna dokunduğunda hissettiklerini coşkuyla anlatışı geliyor aklıma. Buradan bir selam da denizlerin altını, üstünü, dağları, kayaları ve kaya üstü prehistorik resimleri, tarihi yapıları, modern yapıları, endüstriyi, kısaca “hayatı” görüntüleyen, doğa insanı, doğa aşığı bu büyük fotoğraf ustasına gönderelim. O da varlığıyla dünyanın tadına katkıda bulunan, “dünyanın tuzu” insanlardan biri.
“Bu topraklar bizim için çok önemli. Burada bir döngüyü tamamlıyoruz. Biz hayatımızı bu döngü içinde geçirdik. Anne babamın hayatı, kız kardeşlerimin hayatı ve benim hayatımın büyük bir bölümü… Ve şimdiki hayatımızı burada yaşıyoruz.
Lélia ve ben. Bu topraklar bizim hikayemizi anlatmaya devam ediyor. Çocukluğumu şekillendirdi, yaşlılığımda bana eşlik ediyor. Öldüğümdeyse, bu orman bir kez daha doğduğumdaki gibi yemyeşil olacak ve böylece döngü tamamlanacak.
Benim hayat hikayem işte bu.”
Ne güzel, ne anlamlı bir hayat…
Ben Salgado’ nun kendine ve fotoğrafına inandım.
Bu film vesilesiyle onu tanımış olmaktan sevinçliyim. Hayatıma değer kattı ve ümidimi artırdı.
Teşekkür ederim…
Münih, Mart 2016
Filmin künyesi:
Orijinal Adı: Le Sel De La Terre
Yönetmenler: Wim Wenders, Juliano Ribeiro Salgado
2014 Brezilya, İtalya, Fransa ortak yapımı
Ödüller:
2015 César En İyi Belgesel
2015 Tromso İzleyici Ödülü
2014 Cannes Jüri Özel Ödülü
2014 San Sebastian İzleyici Ödülü
Sebastião ve Lélia… Ne kadar umut verici ve duygusal bir hikaye. Filmi izlemiş gibi olmaktan öte tatlı yorumlarınızla, tam anlamıyla anlamış olmanın verdiği hazzı yaşıyorum. Bir avuç toprağı emek emek, ilmek ilmek, her gün ayrı bir heyecanla işlemeye, yeşertmeye ve korumaya çalışan biri olarak, onları anladım ve kendime de bu hikayeden, bir aferin çıkardım. Her dem, hepimizin ve dünyanın tadının/ tuzunun yerinde olabilmesi adına veriyoruz bu kadar mücadeleyi. Ne şekerimiz fazla kaçsın, ne de tuzumuz az. Ve varlığımız dünyaya armağan olsun. Ne mutlu bize öyleyse…
Teşekkür ederim, “Narlar Kraliçesi!”
YILLARDIR İYİ BİR SİNEMA SEYİRCİSİYİM.. BAZEN BANA FİLİM TAVSİYE EDERLER TABİİ FİLİMİ SEYRETMEMİ İSTEDİKLERİ İÇİN BİRAZ DA O FİLİMDEN BAHSEDERLER.. AMA İNANIN BU KADAR GÜZEL BİR FİLİM TAVSİYESİ NE GÖRDÜM NEDE DUYDUM. BU TAVSİYE VEDE YAZIMINIZIN TÜMÜ BENCE TAVSİYE ETTİĞİNİZ FİLİMLERİNDE KESİNLİKLE ÇOK ÇOK ÖNÜNE GEÇTİ . KALEMİNİZ VE KALEMİNİZE YÖN VEREN BÖYLE GÜZEL BİRİKİM VE DUYGULAR LA DOLU OLAN YÜREĞİNİZ LE HEP VAR OLUN .. SAĞLIK VE SAYGILAR..
İşte sinemanın bir özelliği daha: Sinema buluşturur!
Sevgiler.
Bayıldım Nigar’cım, bayıldım…Filmi seyretmenin vereceği tadla okudum, başından sonuna. Salgado çiftine, hayata bakışlarına, kattıkları değerlere, derinliklerine hayran oldum. İyi ki tanıştırdın bizi. Kalemine sağlık Nigar’cım.
Keşke Salgado çifti de seni tanıyabilseydi, hayatımıza kattıkların açısından. Sağ ol.
Sevgiler.
Yazdıklarınızı okuma şansını bize tanıdığınız için teşekkür ederim
Ne demek! Çok mutlu oldum.
Sevgiler.