Geç girdim içeriye. Karanlıkta el eden arkadaşlarımın yanına iliştim hemen. İki nefes arasında, önce müziği duydum, sonra sahneyi gördüm. Mor ışıklar altında, mor giysisinin göğsünde mor çiçekleriyle solist, başını eğmiş, hüzünle “süremedim lavantayı konsola koydum” diyordu.
Soğuk bir kış günü, eski bir evde, Sierra marka kırmızı bir radyodan, mükemmel bir Türkçe’yle yapılan anonsu hatırladım: “Şimdi de solistimiz Nezahat Bayram’dan Muzaffer Sarısözen’in derlediği, bir Antakya türküsü dinleyeceğiz…”
Sonra, azgın, arsız akan hayatın içinde bir an yaratıp, “Uygunsanız, bir kahve içimi size uğramak isterim.” dediğimde, yüz dört yılın yorgunluğuyla görmeyen gözleri, titreyen elleriyle beş dakika içinde en şık giysilerini giyip hazırlanan Çakım Baba geldi aklıma. Yılların alışkanlığıyla sürdüğü lavanta kolonyasının kokusu ondan önce karşılamıştı beni. Yanaklarında hala serinliği duruyordu. Lavanta böyledir; her haliyle çağırmaya devam eder insanı. Tazeyken, kurumuşken, kolonya ya da parfüm haline geldiğinde, her zaman… Biricik Mariyantisi erkenden onu bırakıp gitse bile, eminim ki Çakım Baba her sabah lavanta kolonyasını sürüp, aynadaki suretine bakıyor ve kendi suretinde gördüğü Mariyantisine, muzip bir edayla soruyordu:“i me omorfoz?”1 Mariyanti de her zamanki cevabı veriyordu: “Kuklos panuklos!”2
“Şu karşıki dağda titirer dallar
Benim gönlüm arzu çeker tomurcuk güller
Kader kısmet böyleyimiş ne yapsın eller
Ver benim sazım efendim ben gider oldum
Süremedim lavantayı konsola koydum”
Münih’in kültür merkezi Gasteig’da, Black Box isimli salonda, Munich Anatolian Project (M.A.P) konserindeyim. Sahnede beş müzik insanı var. Dışarının soğuğundan, türkülerin kuytusuna sığınmak isteyen insanlar tıka basa doldurmuşlar salonu.
Yasin Yardım, kopuzunu, kısa bağlamasını, tamburasını ve kısa divanını evlâtları gibi dizmiş yanına. Her türküde sessizce birini koyuyor, birini alıyor. Hepsinin ayrı yetenekleri var. Biz bilmiyoruz, Yasin biliyor. Biz sadece usta işi sesler duyuyoruz.
Vurmalı sazlarda Ludwig Himpsl, türkülerin nabzını işaret ediyor. Onun verdiği ritimle, kâh ağaçlıklı düz bir yolda, rahvan yürüyoruz, kâh nefes nefese bir yokuşu çıkıyoruz.
Bora Yıldız, gitarı ve bas gitarıyla türküleri sırtlayıp, Anadolu’dan Münih’e getiriyor.
Ufuk Bakırdöven’in nefesiyle can verdiği klarineti -ki ben bu enstrümanın hep büyülü sesler çıkardığını düşünürüm- masalı tamamlıyor.
Tüm enstrümanların büyük bir uyumla, ustaca açtığı yollardan Süreyya Akay geliyor sonra. Büyük bir cömertlikle seriveriyor sesini önümüze.
“Dolama dolamayı
Getirin bağlamayı
Nerden öğrendin hanım
Sen oyun oynamayı”
Kıbrıs türküsü
Ah o üçüncü türkü yok mu… Hani şu peşindeki “zalım” avcıların “kova kova yazıya3 indirdikleri” ceylanı anlatan türkü. Türküyü yakan -çünkü türküler bestelenmez, yakılır- “kaç kuzulu ceylan kaç, avcı geldi” diye uyarır, ama işte ceylan “kuzuludur”, yavrusunu bırakıp kaçamaz. Sonunda, zalım avcıların “al kınalı tazılarının, tut ettiği” ceylanın o güzelim gözlerine “mor sinekler konar”…
Süreyya Akay türkünün aslının, Kerem ile Aslı destanında geçtiğini söyledi ve “Bir yaralı ceylanın gözündeki yaşa değeceğiz” diye anons etti. Dinlediğim ilk günden itibaren ceylanın acısını ta içimde hissettiğim, çok sevdiğim, belki de en sevdiğim türküdür. Kırşehir yöresinin bu güzelim türküsünün kaynak kişisi Neşet Ertaş. Gittiği yerde ceylanlarla birliktedir dilerim ki. Notaya alan Yücel Paşmakçı’ya da selam ve saygılar.
Bu türküyü Çorum’un Alacasının meşhur, “Gayrı dayanamam ben bu hasrete” bozlağına bağlayınca, tam manasıyla gönül telimiz titredi. TDK Büyük Sözlük “bozlak” sözcüğünü, “Orta ve Güney Anadolu’nun birçok bölgesinde bir türkü ezgisi, bu ezgiyle söylenen, konusu acıklı türkü” olarak açıklıyor. Ayrıca bir kuşun da adıymış. Bozlaklar istenildiği kadar sakin söylensinler, bana hep bir çığlık gibi gelir. Dipten ve derinden. Katıla katıla. Bir nevi blues.
Grup, Aydın yöresinden “Eklemedir koca konak ekleme/Nazlı yârim yine geldi aklıma” dedikten sonra, Azerbaycan’ın büyük şâiri Mirza Alekber Sâbir’in şaheseri “Gorhuram” şiirinden uyarlanan “Korkmirem” türküsünü seslendirdiler.
Mirza Alekber Sâbir, 1862-1911 yılları arasında yaşamış, kırk dokuz yaşında gencecik ölmüş, satirik (yergi) şiirler yazan bir şâir. Asıl ününü, Tiflis’te çıkarılan Molla Nasrettin isimli mizah dergisinde yayımlanan şiirleriyle elde etmiş. Gericiliği, yobazlığı, cahilliği yeren şiirlerinin Azerbaycan edebiyatında yeri çok özelmiş. Öyle ki Azeriler, anısına saygı için, Bakû’da bir heykelini dikmişler. Darısı bizim şâirlerimizin başına.
Mirza Alekber Sâbir’in 1907’de yazdığı ve bu türkünün sözlerinin alıntılandığı “Gorhuram” şiirinin tamamına ve anlayacağımız biçimiyle Türkçesine bu linkten ulaşabilirsiniz: https://www.antoloji.com/ahir-zaman-geliyor-qorxuram-siiri/
Türkünün sözleri ise şöyle:
“Ay balam
Şafak vakti düşirem men
Çöllere bala, çöllere bala, çöllere
Kükremiş aslan görirem
Cin görirem, can görirem
Mezarda hortlak görirem
Bin türlü tufan görirem
Kum gibi yaban görirem
Korkmirem
Korkmirem bala korkmirem
Ay balam
Bu korkmamazlığım ile
Vallahi bala, billahi bala, tillahi bala
Harda bir yobaz görirem
Harda bir softa görirem
Harda bir molla görirem
Korkirem
Korkirem bala korkirem
Dalgalı fikirlerinden
Riyakar zikirlerinden
Korkirem
Korkirem bala korkirem”
Birinci bölümün son parçası “Kürdilihicazkâr Longa” idi. Longalar, Türk müziğine Doğu Avrupa’dan, özellikle Bulgaristan’dan gelmiş hızlı tempolu, neşeli, cıvıl cıvıl eserler. Konuyla ilgili bir iki video izledim. Oralarda bir dans müziği olarak icra edilirken, bizde dans edildiğini hiç görmedim. Kürdilihicazkâr, Şehnâz, Nihâvend makamındaki longaları en iyi nereden hatırlarız derseniz, konserde Yasin’in de söylediği gibi “Süt Kardeşler, Tosun Paşa, Şaban Oğlu Şaban” gibi, başrolünde Kemal Sunal’ın olduğu filmlerden hatırlarız.
İkinci bölümün başında, üç güzel türküyü birbirine bağladılar. İlki, hikâyesini bilmeyi çok istediğim, şahane bir Kütahya türküsüydü: “Havada Durna Sesi Gelir Ganedi Gırma“. Hikâyesini bilmek istiyorum, çünkü neden bu kadar hüzünleniyorum anlamak istiyorum. Türkünün sözleri şöyle:
“Havada durna sesi gelir ganedi gırma
Ağzı dolu yem getirir şeker ile hurma
Git güzel garşımda bidanem ağlayıp durma
Aç kapuyu nazlı yarim ben geliyorum
Burma da burma duman tüter dağın belinde
Okunmadık fermanım var düşman elinde
Bunu da yazan yanlış yazmış serhoş halinde
Gönder a beyim ben yazayım zülfüm telinle”
Sonraki türkü, Mehmet Erenler’in derlediği, bir Tokat türküsüydü. Hani dörtlüklerin sonunda “işte bu gönlümün cananı geldi” diyen o güzelim türkü. Ve son olarak, “Misket”i söylediler. Pek çok dinleyici Misket’in adını duyar duymaz, parmaklarını, kollarını hazırlamıştı. Eğer Yasin’in, potborinin sunumunu yaparken, bu türkünün hikâyesine dair söyledikleri olmasa…
Ben de ilk kez duydum bu hikâyeyi. Yasin’in anlattıklarına ufak tefek ilaveler yapacak olursak, hikâye şöyle: Misket, küçük, çok güzel kokulu, lezzetli bir elma türüdür. Köylerden birinde, bahçelerindeki elma ağacının tepesinde gezen, bu yüzden de adı “Misket”e çıkan bir kız yaşar. Köyden bir delikanlıyla birbirlerini severler. Köyün ağası da aynı kızı beğenir. Delikanlı ile ağa Misket kız için dövüşmeye karar verirler. O gün herkes meydanda toplanır. Kız ise evlerinin önündeki ağaca çıkmış, meydandan gelecek olanları beklemektedir. Gelen grubun içinde sevdiği delikanlıyı seçemeyince -oysa delikanlı kazanmıştır- üzüntüsünden dengesini kaybeder, ağaçtan düşer ve ölür. Ne acıklı değil mi? Meğer, bu türkü eşliğinde oynanan oyun da delikanlıyla ağanın dövüşünü simgeliyormuş. Peki ne olmuş, nasıl olmuş da bu ağıt, düğünlerde, derneklerde herkesin hararetle beklediği bir oyun havasına dönüşmüş? Memleketin işlerine akıl, sır ermez.
Rumeli türküleri denildiğinde akla hep oynak, fıkır fıkır türküler gelir. Geniş düzlüklerde, birbirinden aydınlık kızlar, oğlanlar bu neşeli havalarla oynar, dans ederler. Böyle bakınca, “Güldaniyem” de kıvrak, neşeli bir ezgi gibi duruyor, ama bakın neler diyor türküde:
“Gidene bak gidene
Gidip de dönmeyene
Nasıl gönül vereyim
Kendini bilmeyene
Sana yandım Güldaniyem
Evlerin kiremidi
Sen beni sever miydin
Sen beni sevmiş olsan
Bırakıp gider miydin
Sana yandım Güldaniyem”
Diyarbakır’ın güzelim türküsünü Bora anons etti: “Fincanın etrafı yeşil“. Türküyü o söyleyecekti, ama “yarım bırakabilirim, çünkü hastayım ve sesim çıkmıyor” dedi. Hiç de korktuğu gibi olmadı. Gitarıyla hem çok güzel çaldı, hem de sonuna kadar gayet güzel söyledi.
Misket’te hevesi kursağında kalanlar, art arda gelen “Suda Balık Oynuyor, Evlerine Vara Gele Usandım, Evlerinin Önü Handır, Menberi (Hisardan İnmem Diyor)” türküleriyle coştular.
Evlerine Vara Gele Usandım türküsü Bulgaristan’dan bir “payduşka” imiş. Payduşka, tüm Balkanlarda görebileceğiniz, son derece hareketli, estetik bir dans. Halay gibi el ele tutuşup, oynanıyor. Bir iki düğünde görmüşlüğüm var. Bu türküde Yasin, evlâtlarından kopuzuyla çok güzel sesler hediye etti kulaklarımıza. Yeri gelmişken söyleyeyim, tüm enstrümanlar hem toplu halde çalarken, hem de sololarında çok başarılıydılar. Konser boyunca seyirciler alkışlarıyla onları ödüllendirdiler. Alkış konusunda bir şey daha dikkatimi çekti. Munich Anatolian Project, neredeyse tüm Anadolu coğrafyasını dolaştı. Türküler anons edildikçe, kimi noktalardaki seyircilerden daha çok alkış aldı. Belli ki onlar, o coğrafyanın insanıydılar, ama türküler bittiğinde hepimiz “birlikte” alkışladık. Türkülerin özelinde, müziğin gücü bu.
Bu güzel türkülerle ruhlarımız yükselmişken, konser bitiverdi… Hiç hazır değildik. En azından ben değildim. Alkışlarla tekrar geldiler ve bize bayram şekeri gibi bir türkü söylediler: “Sensiz Yaşayabilmerem”.
Sonra da konser -bu kez gerçekten- bitti.
Munich Anatolian Project, çok güzel bir çizgi yakalamış. Her güzel şeyin çabucak tüketildiği günümüzde, keşke çok uzun soluklu bir birliktelik olsa onlarınki. Çünkü sahnedeki dostluğu hepimiz hissettik. Çünkü enstrümanların birbirleriyle ve solistle uyumu müthiş. Çünkü solistin sesinde kuşlar, çiçekler var. Dileğim, çok uzun yıllar birlikte müzik yapsınlar, biz de payımıza düşeni alalım.
Yeter ki türküler susmasın!
Münih, 24 Aralık 2018
Not: Yazıyı yayımladığımda, henüz konserle ilgili kayıtlara ulaşamamıştım. Bu yüzden sizlere türkülerden örnekler gönderemiyorum. İlk fırsatta paylaşacağım.
(1) Rumca: “Güzel miyim?”
(2) Rumca: “Bebek gibi!”
(3) yazı: düz yer, ova, kır
Müzisyen olarak “Kim bilir hangi bildiklerimi tekrar okuyacağım” ukalalığı ile başladım yazıyı okumaya.
Şimdi bitirdim, evet ben bir “gavurca müzisyeni” imişim ve çok şeyler bildiğimi sandığım, özümüz-sözümüz türkülerimiz ile ilgili meğer daha yolun başındaymışım.
Nigar öğretmenimize bir teşekkür daha. (Daha ne kadar edeceğim seve-seve).
Ve yüz akı müzisyen&solist kardeşlerime, ruhları ile onların yanında çiçekler gibi bezeli izleyen-dinleyenlere selam olsun.
Deme öyle “öğretmen” filan. Olmaz. Beraber öğreniyoruz. “Korkmirem” türküsünün hikâyesini yazarken Mirza Alekber Sâbir’in Molla Nasrettin Gazetesi’nde yazdığını okuyunca, hatırıma sen ve pîrin geldi. Sana da pîrin Nasrettin’e de bin selam!
Diğer yazdıkların ve yaşanmışlıklar ile ilgili yazılardan zevk aldığım gibi bundan da doyumsuz tat aldım, diğerlerini de bekliyorum. Sevgiyle kal
Benim çok kıymetli okuyucum, sevgili Meliha abla, çok teşekkür ederim.
Sevgiler.
Kalemine, yüreğine sağlık güzel insan. Kocaman sevgi yolluyorum sana Ankara’ dan…
İçten sevgi ve selamlar sevgili Osman ağabey. Sağ olun.
Turkuleri ve yazilarini ozlemisim Nigar. Muzigimizi boyle tanitip, yasatabilen ve emegi gecen hepinize saygi ve sevgiyle tesekkur ediyorum, cok guzeldi. Hepinizin eline saglik.
Çok sağ ol Dayı. Dilerim bir gün de beraber dinleriz.
Sevgiler, selamlar.
Canim muhtesem dökulmüs gene. Orada degildim ama sanki orada gibi hissettim.tesekkur ediyorum.buyuk bir zevkle okuyorum sayende bilgi hazine me yenileri ekleniyor.Aslinda yakilan turkulerin bircogu beni hep huzunlendirir neden bilmem.iyi yıllar sevdiklerinle.sevgiyle kalin.
Seher’ciğim, neredeyse üç yıl olmuş sen bu mesajı yazalı. Henüz gördüm. Şu an her neredeysen sağlıklı, neşeli ve mutlu olmanı diliyorum.
Sevgilerimle,