Yazmamın en büyük sebeplerinden Sait Faik’e,
mutlaka görüşeceğimiz o güne kadar
derin sevgi ve saygıyla.
Bütün mevsimler yavaş yavaş gelir. Biri hariç.
Mevsim kıştır. Gece yatarsın. Sabah uyanıp pencereni açarsın, bir de bakarsın… A! Bahar gelmiş! Öyle. Birdenbire. Hayır, çiçekler, kuşlar getirmez baharın haberini. Bahar bir kokudur. Hafif bir esintiyle gelen. Tarifi mümkün olmayan. Taze kesilmiş maydanoz sapları gibi. Uzun yollardan gelip, sabaha karşı üzerine uzandığın annenin çarşafları gibi.
“Sonra yükün içinden lavanta çiçeği kokan şilteler serip yattılar.”
Semaver
Takvime bakmaya gerek yoktur. Doğanın parçası değil, kendisi olduğunuzu hissettiğiniz zaman. İşte o zaman mevsim bahardır. Siz de öyle. Siz de artık baharsınız demektir.
“Uzun, ince parmaklı ellerini kazmanın sapına dayayıp durdu. Bir avuç topraktan aldı ellerine:
-Severim toprağı. Bu sessiz, mütevazi, sakin, deli şeyi, dedi. Hayat bundandır işte. Biz canlı mıyız bunun yanında. Onun için bundan yapıldık, derler.
-Filozofsunuz galiba , papaz efendi?
-Hayır ! Ne papazım ne filozofum. İnsanım. Topraksız, evsiz, barksız, hem de dinsiz.
-Dinsiz mi?
-Bir bakıma elbet dinsizim. Ama sanırım ki Allah varsa, bizi yaşamak için yaratmış. Böyle olunca kabul.
-Vazgeçelim, dönelim toprağa, dedi.
-Kaç yaşındasınız papaz efendi?
-Altmış Üç
-Ne ?…
Dimdik dikildi. Bir dirhem kötü eti, kötü yağı yoktu. Ahenkle dimdik duran vücudunda fazla hiçbir şey yoktu.
-Maşallah ! Olur şey değil ! Kırk yaşından fazla görünmüyorsunuz.”
Papaz Efendi
Bence bir insanın ömrü, kaç bahar gördüğüyle ölçülmeli. “Kaç yaşındasın?” değil, “Kaç bahar gördün?” olmalı soru ya da “Kaç kere başladın hayata?” Çünkü uyanmak, doğmak, başlamaktır bahar. Hayatın kendisidir. O yüzden, baharda ölünmez baba, anlıyor musun? Ölünmemeli. Hele Mayıs’ta. Ah, baba ah!
“Artık her şeyi anlamıştı. Denizlerin dibi âlemi bitmişti. Ne akıntılara yassı vücudunu bırakmak, ne karanlık sulara, koyu yeşil yosunlara gömülmek… Ne sabahları birdenbire, yukarılardan derinlere inen, serin aydınlıkta uyanıvermek, günün mavi ve yeşil oyunları içinde kuyruk oynatmak, habbeler çıkarmak, yüze doğru fırlamak… Ne yosunlara, canlı yosunlara yatmak, ne akıntılarla âletlerini yakamozlara takarak yıkanmak, yıkanmak vardı. Her şey bitmişti.”
Dülger Balığının Ölümü
Kasım’ın ortasındayız, nereden çıktı şimdi bu bahar diyebilirsiniz. Canım Sait Faik okumak istiyor. Kışın olmaz. Soğukta alamam onun öykülerini elime ben. Kışla ilgili bile olsa. Aylardan Mayıs olmalı. Hadi bilemediniz Nisan. Yukarıda anlattığım gibi, kızgın kızgın bahar kokmalı etraf. Her bir hücrenizin yerini tek tek bilmeli, hissetmelisiniz. Uyanmalısınız. Alıp başınızı gitmek, yürümek yürümek yürümek istemelisiniz. Hiçbir şeyi kaçırmadan görmeli, her şeyle göz göze gelmeli, gülümseyerek selam vermelisiniz. Her şeyi sevmelisiniz, başta kendinizi. Sevmelere doyamamalı, dönüp dönüp bir daha sevmelisiniz. O zaman hazırsınız demektir bir Sait Faik öyküsü okumaya.
“Nereden gelirse gelsin dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, ottan, böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin! Bir hişt sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları.
Hişt hişt!
Hişt hişt!
Hişt hişt!”
Hişt, Hişt!
Peki neye benzer bir Sait Faik öyküsü?
Sait Faik öyküsü, önceden tatmış olmanıza, alacağınız hazzı bilmenize rağmen, her seferinde ilk kezmiş gibi yaklaştığınız bir tattır. Annenizin soğusun diye mutfak penceresine bıraktığı tatlı mesela. Bir sıkıntıdan kurtulma halidir. Kirli ve bunaltıcı bir günün sonunda duştan dökülen suyun serinliğidir. Bütün gün karda oynayıp eve girdiğinizde yüzünüze vuran sobanın sıcaklığıdır. Susayarak uyandığınız bir gece yarısı başucunuzda bulduğunuz bir bardak sudur. Mapusta mektup almışsınız gibi, umutlu, sevinçli bir şeydir. “Bir bardak çaydan akan saadet”tir.
“Kocamustâpaşa’da Sünbüllü Kahvede deri amelesinden Osman ağa ile oturuyorduk. Dört beş günlük bir beyaz sakal Osman ağanın mavi gözlerine güneş ışığı gibi bir ışık gönderiyordu. Pembe yüzündeki buruşukları sayayım derken, kahveci çayları getirdi. Oh, ne nefis çay! Ne renk, ne fincan!… İçime bir bardak çaydan akan saadeti tamamlayacaklarmış gibi iki çingene kızı Sünbüllü Kahvenin içine girdiler.”
Mürüvvet
Tektir, eşsizdir Sait Faik’in öyküsü. Hiçbir şeyin arkasından gitmez. Kimseyi takip etmez. Yalnız kendisidir. Bir tek kendisi. Bir de anlattığı insanlar, ameleler, balıkçılar, çingeneler, işsizler gibi basit, samimi.
“Kızarmış ekmek kokan odada semaver ne güzel kaynardı. Ali semaveri, içinde ne ıstırap, ne grev, ne de patron olan bir fabrikaya benzetirdi. Onda yalnız koku, buhar ve sabahın saadeti istihsal edilirdi.”
Semaver
Bir gün Ziya Termen, Yüksekkaldırım’da Sait Faik’e rastlar. “Şu deniz kenarlarından, Rumlardan, balıkçılardan, talihsizlerden kendini kurtarsana” der. Sait Faik: “İstanbul’da yaşıyorum. Ve İstanbul bu saydıklarındır.” cevabını verir.
O’nun insanları, dört üstü murat üstü insanlar değillerdir. Hep bir meseleleri vardır, anlatırken Sait Faik’in de meselesi olan. Bu mesele bazen işsizliktir, bazen yalnızlık. Bazen de sırf otların, denizin rengi.
“Otların yeşil olması, denizin mavi olması, gökyüzünün bulutsuz olması, pekalâ bir meseledir. Kim demiş mesele değildir, diye? Budalalık! Ya yağmur yağsaydı? Ya otların yeşili mor, ya denizin mavisi kırmızı olsaydı? Olsaydı o zaman mesele olurdu, işte.”
Hişt, Hişt!
Fakat asıl “mesele” başkadır.
“Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım.
Koştum tütüncüye, kalem kağıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.”
Haritada Bir Nokta
İyi ki yapamamış. İyi ki yazmış. Yoksa Orta Anadolu’nun küçük bir şehrinde nereden bilecektim ben, ada insanlarını, yelkovan kuşlarını, dülger balıklarını, Halıcıoğlu’nu, Alemdağ’ı, Yüksekkaldırım’ı… Okurken, hepsi canlanır, selama dururdu karşımda. Balıklar, toprak, ağaçlar, çiçekler, kuşlar, atlar, böcekler, deniz, gökyüzü, kayıklar ve bütün insanlık. Acı çeker, mutlu olur, sever, sevilir, sevişirlerdi.
“Papaz efendinin küçük bahçemizle giriştiği kavga sona erdiği zaman, erkekle kadın arasındaki aşk muharebesinde galip çıkan erkeğin hem mağrur, hem müşfik hali papaz efendide, kadının o çiçekli, o güzel, o pırıltılı –bir nevi galibiyetten başka bir şey olmayan- dişi mağlubiyeti de topraktaydı.”
Papaz Efendi
Ümit de vardır öykülerinde, ümitsizlik de. Kan, küfür, dayak, ölüm olsa bile yollar hep sevgiye çıkar. Sonra gün gelir. Sait Faik acı çekmeye başlar. Şehir yaşamı onu mutsuz ve umutsuz kılar.
“Kuşları boğdular, çimenleri söktüler, yollar çamur içinde kaldı. Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde, güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. Günün birinde yol kenarlarında, toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremeyeceksiniz. Bizim için değil ama çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve mavilikleri çok gördük, sizin için çok kötü olacak.”
Son Kuşlar
Bu yazıyı okuyan herkes, bir kez olsun, işitmiştir bu cümleyi: “Bir insanı sevmekle başlar her şey.” O’nun son dönem hikayelerinden, Alemdağ’da Var Bir Yılan’da geçer. Tamamını bilmeseniz, Vedat Günyol’un “sevgi peygamberi” dediği Sait Faik’in, yine sevgiye dair sözlerinden biri sanırsınız. Oysa, bu sözler, toplum baskısından, ahlak anlayışından sıkılmış bir yazarın, biraz da yakalandığı hastalığın ve ölüm korkusunun etkisiyle yazdığı sözlerdir. O çok sevdiği İstanbul için şunları yazacak kadar büyük bir sıkılmışlık:
“Günlerden Pazartesi. Yine vapurun alt kamarasındayım. Yine hava karlı. Yine İstanbul çirkin. İstanbul mu? İstanbul çirkin şehir. Pis şehir. Hele yağmurlu günlerinde. Başka günler güzel mi? Değil; güzel değil. Başka günlerde köprüsü balgamlıdır. Yan sokakları çamurludur, molozludur. Geceleri kusmukludur. Evler güneşe sırtını çevirmiştir. Sokaklar dardır. Esnafı gaddardır. Zengini lakayttır. İnsanlar her yerde böyle. Yaldızlı karyolada çift yatanlar bile tek.
Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey. Burda her şey bir insanı sevmekle bitiyor.”
Alemdağ’da Var Bir Yılan
Ve sonra o da babam gibi bir Mayıs günü çeker gider. Oysa bahar uyanmak, başlamak, doğmaktır. Baharda ölünür mü hiç?
18 Kasım 2016
Münih
AĞIT
Ölmüş Sait
Deniz mavisinden erken
Bunca sevgiden sonra
Ölmüş annesini öperken.
Ölmüş, eli ayağı uzak
Camların üstü buğu.
Ölmüş, çocuklar izin vermeden
Yüzünde sarışın çocukluğu.
Yıldızlar gitmez, gün doğmaz,
Ölmüş, korkunç uykusu yerde,
Ölmüş hayal meyal
Üşür balıklar hikayelerde.
Ölmüş, ağaç bir, gölgesi iki.
Ama neden ölmüş,
Ölmek yaşamaktan iyi mi ki!..
Fazıl Hüsnü Dağlarca
Konuş Nigarcığım,sen anlat biz dinleyelim,sen yaz biz okuyalım..Sait Faik’i analım,dolanalım satırlarında..Sonra buluşup,selamlaşalım yolu sevgiden geçenlerden olalım.
İçinde sevgi olan her işte varım Gülay. Buluşalım, konuşalım, tartışalım, her zaman.
Sevgiler.
Sait Faik’ i Burgazada’da okumak daha da bir güzel!! Hatırlatmak istedim!!
Ne mutlu sana ki yanı başındasın.
Ne kadar güzel yazmışsın Nigar’cım. Saçmalıkların ardının arkasının kesilmediği şu günlere anlam kattın… Yüreğine sağlık.
Esra seni çok özledik.
Nigarcığım iyi ki sen ve senin gibiler var.Bir bahar gününde içime yaşama sevinci doldurdun.
Çok teşekkür ederim Refiye abla. Bu her şeye değer.