1994 yılı Şubat ayı. Mahmutbey’de bir tekstil fabrikasında çalışıyorum. Gece saat 22.00-23.00 sıraları. Hala fabrikadayım. Aynı sitede yaşadığım can dostum İlhame telefon etti.
“Gelip seni alacağız, biraz dolaşacağız.” dedi.
İlhame o dönem hostes. Gecesi gündüzüne karışık. Özellikle uzun seferlerden döndüğünde, bizim de kafamızı karıştırıyor. Gecenin yarısı yaprak sarıyor, helva kavuruyor. Bütün gece uyumuyor, uyutmuyor. Sonra sabah biz perişan halde işe giderken, o en ufak bir vicdan azabı duymadan, dişlerini fırçalayıp huzur içinde yatağa giriyor.
Biz kimiz? Ben, Nursel, Alican, Zafer.
Ben bir tekstil fabrikasında, personel idarecisi olarak çalışıyorum. Çalışanların, henüz “insan” olduklarının farkında olmadığı dönemler. Kendilerini “personel” sanıyorlar. Sonradan onlar “insan”, biz de “insan kaynakları yöneticisi” olduk. Her neyse. Fakat sadece personel idaresi yapmıyor, aynı zamanda “idare amirliği” de yapıyorum. Bu iş genelde, emekli asker ve polislerin yaptığı bir iştir. Patronlarımın, 27 yaşımda, hangi engin bilgime, hangi derin hayat tecrübeme dayanarak beni bu işe “layık” gördüklerini kestiremiyorum, ama bildiğim, sırf bu iş yüzünden, dört koca yıl, hafta sonu dahil, hiç tatil yapmadığımdır. İlk gelen çalışandan bir önce kapıdan girmek ve son çıkan çalışandan bir sonra çıkmak gibi “kutsal” bir görevim var. İlginç olan, bu görev hiç kimse tarafından bana verilmemişti. Söke söke aldım.
Kadim dostum Nursel, öğretmen. Gün içinde, bana göre makul saatlerde eve dönse bile, sabahları o da çok erken gidiyor okula. İlhame’nin kafa karışıklığına en çok o maruz kalıyor.
Alican bir yazılım şirketinde çalışıyor. Ofisi uzakta. O yüzden hiç bilmiyoruz uykusuz gecelerin sabahı oralarda neler yaptığını zavallının.
Zafer, İTÜ’de okuyor. İlk yılı. Uykusu, yemeği, dersi, sınavı konusunda hepimiz hassasız. Üzerine titriyoruz.
“Biraz dolaşacağız ne ya? Nereye gideceğiz gece vakti?” dedim.
Aylardan Ramazan. İçimizde bir tek İlhame oruç tuyor. Japonya’dan mı, Amerika’dan mı döndü Allah bilir artık, kafası biraz karışık ve sahura kadar vakit geçirmek istiyor.
Bir önceki çalışanları gönderip, sabaha kadar çalışacak vardiyayı içeri aldıktan az sonra bizimkiler geliyor. Bir bakıyorum Zafer de yanlarında. Onu niye getirdiniz, yarın okulu var, diye çıkışıyorum. Fazla kalmayacağız, zaten hava soğuk, diyorlar.
Arabaya biniyoruz ve yola koyuluyoruz. O dönem hepimiz Halkalı’da Oyak sitesinde, ayrı ayrı dairelerde yaşıyoruz. Dolayısıyla, normalde böyle zamanlarda, Yeşilköy’e, Florya’ya, bilemedin Bakırköy’e filan gidiyoruz, bir şeyler yiyip içmeye.
İlhame ve ben, yan yana geldiğimizde ilk yaptığımız iş şarkı söylemek. Hele arabada. Kontak anahtarı sanki arabanın değil de bizim zembereğimizin anahtarı. Araba çalışıyor, biz başlıyoruz: Dağlar, dağlaaaaaar… Ah İlhame, bir daha asla öyle bir partnerim olmadı.
Manzarayı özetleyecek olursak… Şubat ayı. Gece yarısı. Bir arabada beş kişi. İkisi avaz avaz şarkı söylüyor. Ve bence, yakın bir yere bir şeyler yiyip içmeye gidiyoruz.
Birdenbire “Ankara” tabelasını gördüm. Geçmiş gün, inanın hatırlamıyorum. O anda bu tabelayı görünce mi karar verildi, yoksa gelen ekip zaten karar verip mi gelmişti bilmiyorum, yönümüzü Anadolu Kavağı’na çevirdik. Dikkat ederseniz, trafik vs hiç böyle şeylerden söz etmiyorum. Nasıl edeyim? Yıl 1994 ve bazen ikinci köprü yolunu, aman başımıza bir şey gelirse yardım edecek kimseyi bulamayız, diye tercih etmediğimiz günler.
Şarkılar, türkülerle Anadolu Kavağı’na vardık. Köy o kadar sessizdi ki insanları rahatsız etmeyelim diye arabamızı hemen girişe park ettik ve sahile doğru yürümeye başladık. Hiçbir yerde hayat belirtisi yok. Kavağın kedileri bile kimbilir hangi evin odunluğunda, bodrumunda derin uykuda. Önce sahili baştan sona bir yürüdük. Bütün tesisler kapalı. Normalde, o mevsimde gündüzleri bile tek tük birkaç işletme dışında açık yer bulamazsınız. İstanbul o zaman bu kadar “aç” değil. Çoğu işletme, sandalyesini, masasını derleyip toparlayıp, naylonla, brandayla kapatmış üstlerini. Bir yer hariç. O da toparlamış, ama üzerini kapatmamış. Beş iskemle çıkardık. Oturduk denize nazır. Alican ve Zafer hariç, biz Amazonların fosur fosur sigara içtiği dönem. Yaktık sigaraları. Şarkıya, türküye devam. Bu kez bağırmıyoruz tabii. Mırıldanma seviyesinde.
Arada Zafer, kalksak mı acaba, diye şöyle bir yekiniyor. Şarkıyı hiç kesmeden, sesimizi hafifçe yükseltiyoruz, oturuyor. Gecenin ayazında böyle yarım saat kadar oturduk. Derken, İlhame başladı, sahur yaklaşıyor, ben ne yiyeceğim, demeye. Arkamızdaki evlerin tek tük ışıkları yandı. Dalga geçmeye başladık, şu evlerden birinin kapısını çalalım, sana yiyecek isteyelim, diye. Sonra yine şarkı, yine türkü. Öyle dalmışız ki hiç fark etmedik sessizce yanaşan polis memurunu.
“İyi akşamlar gençler! Hayırdır? Ne arıyorsunuz burada?”
Siz olsanız ne cevap verirdiniz? Yukarıdaki hikayenin bir faydası olur mu? Olmaz elbet.
“Oturuyoruz.”
“Kimlikleri görebilir miyim?”
Zafer hariç, hepimiz 80 çocuklarıyız. Bu kadar kibarına olmasa da çok alışığız bu soruya.Tereddütsüz uzattık kimliklerimizi. Ben o esnada fark ettim, beş altı adım geride thomsonlarıyla (Ben polisin kullandığı başka marka bilmem, mazur görün. Bilen varsa düzeltsin.) bekleyen iki polisi. Polis kimliklerin birini bırakıp birine bakıyor. Bizimki “beş benzemez” durumu. Pokerde bu el, alakasız bir eldir ve kaybetmeye mahkumdur. Bizim de hiçbirimizin kimliğinin bir diğeriyle alakası yok: Konya, Kastamonu, Erzincan, Tunceli, Gaziantep… Yani kaybetmeye mahkumuz. Ve kaybettik:
“Arkadaşlar, sizi şöyle karakola alalım.”
“İyi ama niye…” filan diye kem küm edip itiraz etmeye çalıştıysak da,
“Zaten hakkınızda şikayet var.” diye bizi tatlı sert uyardı memur bey ve o yanımızda, diğer ikisi arkamızda karakola doğru yürümeye başladık.
Zafer sürekli söyleniyor. Ben size söyledim, gidelim dedim, niye buraya geldik… İlhame’nin derdi başka. O da söyleniyor. Aç kaldım, aç aç oruç tutacağım, su bile içmedim… Hale bak ya? Sanki biz düşürdük herkesi yola.
Diğerleri ne düşündü o an bilemiyorum, ama ben karakolun kapısından içeri girdiğimde, sanırım o kadar üşüdükten sonra yüzüme vuran sıcağın da etkisiyle, kendimi bir film platosunda hissettim. Taş bir yapı. Ortada bir soba. Etrafında en eski tip, DMO damgalı formika masalar. Eski karton klasörler. Demir ayaklı, koyu kahve suni deri kaplı sandalyeler. Komiser içerde. Allah bilir o da ya Nubar Terziyan’dır ya Hulusi Kentmen. Hal böyle olunca, insanda en ufak bir korku ürkü kalmıyor. “Komiser Baba” en fazla bir iki nasihat eder, gönderir bizi.
Sandalyelere oturduk, bekliyoruz. Kimliklerimiz sorgulanacak, aranıp aranmadığımız anlaşılacak, sonra salıverileceğiz.
“Ne zaman geldiniz buraya?”
“Yarım saat falan olmuştur.”
“Fazla! Arabanızın motoru soğuk.”
Vay anasını. Arabamız filan kontrol edilmiş.
“Neden buradasınız?”
Hiç hatırlamıyorum bu sorunun cevabını. Bunu takip eden sorularla, onların cevaplarını da. “Sorgu”nun bundan sonrasında hatırladığım, bizim, sobanın üzerinde kaynayan çaydan, İlhame’nin ise hem çaydan hem de polislerin sahur için hazırladıkları kahvaltılıklardan nasiplenmesiydi. Tekstil sektörünün sorunları, yazılım ve bilgisayar dünyası, çocuğu olan polislerin okulla ilgili problemleri, uçuş, mühendislik… Daldan tepeden konuşuldu uzun uzun. Senelerdir Kavak’ta kayda değer bir suçun işlenmediğini, bizi ihbar edenin, şarkı söylediğimiz yerin arkasındaki ev olduğunu öğrendik.
Sabah ezanı okunurken, artık “şüpheliler” değil, bildik, tanıdık insanlar olarak, Anadolu Kavağı Polis Karakolu önünde polislerle vedalaşıyorduk.
Arabaya doğru yürürken İlhame dişlerini fırçalayamadığından yakınıyordu.
Artık motoru epey soğumuş arabamıza bindik. Alican kontağı çevirdi.
Dağlar, dağlaaaar…
28 Ekim 2016
Münih
Nigar’cığım çok güzel bir yazı olmuş. Keyifle okudum.Kalemine sağlık. Sevgiler
Çok teşekkür ederim.
Sevgiler.
Hey gidi günler heyyy.O gamsız günleri hafızalarımızın dehlizlerinden çıkarıp gün ışıgına çıkardın.Kalemine,yüreğine sağlık lâfını etmek istemezdim ama başka bir ifade bulamadım ,klişeye sığındım.
Bu arada üzerime yapıştırdığınız ‘mızmız kişilik ‘ hikâyende ne kadar güzel çerçevelenmiş!!!!
Aklıma başka bir lüzumsuzluğumuz daha geldi.Çok yalvarıp özür dilersen belki hatırlatırım:)
A! Hikayenin kahramanı gelmiş… Mızmızlık olur mu İlhame’ciğim, titizlik diyelim:) Sıkı bir “lüzumsuzluk” için sana bir ay yalvarabilirim.
Sevgiler benim güzel kardeşim.
Ah be abla bizleri yıllardır çok eksik bırakmışsın! Hep yaz, çok yaz lütfen !!!
Yasemin, beni çok sevindiriyorsun. Söz, hep yazacağım.
Sevgiler.
Bir de o sandalyeli dükkan size polisten önce menemen yapıp getireydi…😃
Kalemine sağlık.
Keşke, ama in cin top oynuyordu.
Sağ ol Feridun.
Sevgiler.
Nigar Merhaba. Bu öykün de diğerleri gibi çok güzel. Anlatım müthiş. 29 Ekim geçidiyle ilgili olan öykü bana Nallıhanda geçirdiğim bayram törenlerini hatırlattı. Kocadayı, Osman Dede çok tanıdık geldi. Bu arada bloğunu Emin’in tavsiyesiyle okumaya başladım. Bir çırpıda bitirdim tüm hikayeleri. Betimlemeler ve yaşanmış olayların kurgusu kadar hoş ki insan her hikayenin içinde hissediyor kendini. En kısa zamanda tümünükağıt kokusunu içimize çekerek tekrar okumak istiyoruz. Sevgiler, selamlar. Şenay
Şenay çok teşekkür ederim. Sevindirdin beni. Ha Akşehir ha Nallıhan… Anadolu insanı hep aynı.
Dileğin de çok yüreklendirdi beni. Kitap diyerek yola çıktım ama…
Emin’e teşekkür ederim. Ekin’in gözlerinden öperim.
Sevgiler.
merhaba, yazın olur mu!
Hiç şüpheniz olmasın.
Çok teşekkür ederim.