Olmasak Eksik Olurdu

“73-74 yıllarıydı.

Vatan Caddesi Gül Ağacı Çay Bahçesi’ne giderdik.

Sırf Erkin Koray’ın beyaz gitarını dinlemeye.”

Emin Odabaşıoğlu

Bakırköy’ün, son kalan üç katlı, bahçeli apartmanlarından birinde, duvarları sarı boyalı bir evde, kitaplarımız, kasetlerimiz, plaklarımız ve kedimizle, en genç, en güler yüzlü, en alçak gönüllü günlerimizi yaşıyorduk.

Bahçemizde genç ama istekli bir erguvanımız vardı. Ben erguvanı İstanbul’da gördüm. Bahar geldi mi çığlık çığlığa açardı. Bir de dev bir incir ağacı. Meraklı dallarını yatak odamızın penceresinden içeri uzatmaktan çekinmeyen. Küçük bir gülibrişim. Azimle meyve veren bir mürdüm eriği. Meyvelerini apartmancak bölüştüğümüz.

Ekmeğimizi, sokağın bir başındaki bakkal Muharrem Amca’dan, gazetemizi, gücenmesin diye, diğer köşedeki genç bakkaldan alıyorduk. Kasap Mustafa, “bugün size et vermeyeyim” deyince, kendimizi önemli hissettiğimiz günlerdi. Patatesimizi, soğanımızı her daim, Salı günleri kurulan pazarın uzantısı olan kapımızın önündeki tezgahtan, Mehmet veriyordu. Neredeyse zorla. Siftahı bizden olunca bereketli oluyormuş. Eylül dedi mi balıkçı İsmail’e koşuyorduk. Balkonda kızartıp palamutları, iki kadeh rakı eşliğinde yiyorduk. Kapımıza gelip, en bilindik dilenci hikayeleri anlatan amcalara ağlıyor, zor durumda olduğunu tahmin ettiğimiz komşumuza, nasıl edip de çaktırmadan yardım edelim diye günlerce kafa yoruyorduk. Sevim Kırtasiye’de yok yoktu. Deva Eczanesi, her derde deva idi. İncirli Sineması’nda bazen sadece iki kişi oluyorduk. Filmin arasında makiniste sesleniyorduk, kesmeyip devam ediyordu.

Hafta sonları en sevdiğimiz şey, koltuğumuzun altında gazetelerimiz, Levent’teki Tadal pastanesinden açma, poğaça alıp, kahvaltı etmeye Rumelihisarı’nda Ali Baba’ya gitmekti. Taşra’da, İstanbul filmleriyle büyüyen benim için orası İstanbul’du. Birkaç İstanbul’um daha var, yeri gelince anlatırım. Henüz kocaman çay bardakları çıkmamıştı. Sıradan çay bardaklarıyla gelirdi çaylar. Çoğunlukla bir de menemen sipariş ederdik. Tahta sandalyeler rahatsızdı, ama başkasını bilmezdi kıçımız. Kışsa soba yanardı içeride. Baharlardan birindeysek, şefkatli güneşin altında dışarıda oturur, iyi kalpli bir kız çocuğu tarafından sevilen bir sokak kedisi gibi guruldardık.

ali-baba

Yanı başımızdaki Aşiyan’da Orhan Veli, Turgut Uyar, Edip Cansever, Attila İlhan vardı. Bir şiir haliydi yaşadığımız.

Karşımızda Boğaz koca bir nehir gibi akar, her kafamızı kaldırdığımızda dev gemiler geçerdi, isimleri başka başka dillerde.

Kocaman, şahane bir fotoğrafın parçasıydık. Olmasak eksik olurdu.

Gazeteye şöyle bir bakar, bir iki köşe yazısı okur, heyecanla Cumhuriyet Pazar ekindeki bulmacaya geçerdik. Emin olmadığımız hiçbir şeyi yazmaz, soldan sağa, yukarıdan aşağıya birkaç tur attıktan sonra tahminlere başlardık. Bu sayfa evde bir hafta boyu açık durur, akla sonradan gelenler ilave edilirdi. Daima aynı kalemle!

Pazar akşamları, elde kağıt kalem, radyoda Doğan Şener’le Zaman Tüneli programını beklerdik heyecanla. Timur Selçuk’un Sıla Güneşi isimli parçasıyla açılırdı program. “25 yıl önce bu hafta” en sevdiğimiz bölümdü. Doğan Şener, o sakin tarzıyla, 25 yıl önce, aynı hafta müzik listelerinde neler olmuş anlatırdı. Elimizde olmayan plakları not alır, duruma göre, ya Aslıhan Pasajı’nda Mim Plak Meral Hanım’dan ya da Moda Sineması’nın alt katındaki dükkanında plakları asker gibi dizen emekli deniz astsubayı beyden bulmaya çalışırdık. Hala yanarım, TRT Ara Müzikleri 1 ve 2 albümlerini neden almadığıma. Koltuğumun altına çocukluğumu alıp gelecektim oysa.

Dostlarla olmayı severdik. Gülmeyi, konuşmayı, yemeği, şarkı söylemeyi.

Beyoğlu’nda Hacı Salih’i, Nevizade’de İmroz’u, Sirkeci’de Filibe Köftecisi’ni, Eminönü’nde 4. Vakıf Han’ın altındaki Öztürkler Büfe’yi severdik.

Kutsal mekanlarımız vardı. Hasnun Galip Sokağı’nda Simurg, Pangaltı’da sahaf Mehmet, Galatasaray Hamamı’na giden Turnacıbaşı Sokağı’nda sadekâr Murat.

Çok çalışırdık. Kalbimiz tabanlarımızın altında atardı, öyle yorulurduk. Evin yolunu zor bulduğumuz geceler olurdu. Girişteki ayakkabılığın üzerinde, gözlerini kırpıştırarak karşılardı kedimiz. Çok vefalıydı.

Güne dair her şey bittiğinde, salondaki kanepede geçerdi hayat. En lezzetli, en derin sohbetlerin yeri orasıydı. Böyle bir gecede çıktı “Yaşadıklarına Şahidim”. Bugün şu ya da bu sebeple görmediğimiz, ama vaktiyle hayatlarımıza parmak izlerini bırakmış insanları konuştuk sabaha kadar. O küçük dokunuşların, büyük fotoğrafta bıraktığı izleri gördük. Bir daha çok sevdik o insanları. Selam ettik, kucakladık.

Hayatı, geceyi ve sabahı, sokağı ve evimizi, kedimizi, birbirimizi, heyecanla, aceleyle sevdiğimiz, genç zamanlardı.

Biliyorum ve hatırlıyorum.

Bilmek ve hatırlamak güzel.

Münih, 12 Ekim 2016

Olmasak Eksik Olurdu’ için 8 yanıt

  1. İstanbul’u ve eski istanbul güzelliklerini nede güzel yazmışsınız. Bayıldım. Yüreğinize sağlık

  2. “Koltuğumun altına çocukluğumu alıp gelecektim oysa.” Bu ifaden bende öyle bir iz yarattı ki…
    Sen olmasan eksik olurduk, İstanbul da eksik olurdu Nigar’cığım!

    1. Ferda! Bazı eksikler, ancak tamamlandığında anlaşılıyor eksikliği. Senin gibi.
      Sevgiler.

  3. Sevgili Nigar, yazıyı büyük bir keyifle okumayı bitirdiğimde , kendi yaşam yolculuğumun lezzetinide daha iyi duyumsamaya başladim… Teşekkürler..

    1. Sağ ol Cemal. Neden aynı şeyi sen de güzelim fotoğraflarınla yapmıyorsun?

Nigâr Mat Ağyel için bir cevap yazın Cevabı iptal et

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.