Konuş Kızım!

Yumuşak Şarkı 1

Son günlerde kafam çok karışık. Konuşayım mı susayım mı bilmiyorum. Tam ağzımı açıp bir laf edeceğim, karşıma susmanın erdemiyle ilgili bir şey çıkıyor. Öylece kalakalıyorum. Fuzulî: “Söylesem te’sîri yok sussam gönül râzı değil” demiş ya, kısmen doğru ama benim durumumu anlatmaya yetmiyor. Benimki daha çok “Ah bi’ söylesem, bak nasıl etkili olacak, ama gel gör ki söyleyemiyorum, diğer yandan sussam da gönlüm razı olmuyor…” gibi bir durum.

Çok talihsizim bu konuda. Mesela herkesin, bir yandan çalıştığı, bir yandan konuştuğu bir ortamda ben de bir şey söylemek istiyorum değil mi? Biri hemen ortaya bir laf atıyor: “Âyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz / Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.”

Hadi bakalım, gel de konuş. Konuş da karşındaki iki dakikada ölçüversin aklının derecesini. Hayır, benim aklımın derecesiyle ilgili bir sıkıntım yok çok şükür ama insanlık hali, yanlış bir şey çıkıverir ağzımdan. Sonra ayıkla pirincin taşını.

Normalde, ilk kez girdiğim ortamlarda öyle çekingen, sıkılgan bir insan değilimdir. İlk bulduğum topluluğun arasına dalıveririm. Geçenlerde böyle bir ortamda, tatlı tatlı sohbet eden bir grup gördüm. Gidip aralarına gireyim, iki çift laf da ben edeyim dedim. Baktım çok bilmişin biri anlatıyor: Neymiş efendim, bir filozofa sormuşlar, bir insanın aklının derecesini nasıl anlarsınız diye. O da “konuşmasından” demiş. E, ne var bunda? İstediğin bu değil mi diyeceksiniz. Bir dakika, devamı var. “Peki ya bu insan hiç konuşmuyorsa?” demişler. “O kadar akıllı insan yoktur!” demiş. Diğerleri güldü. Ben hiç gülmedim.

Hem ona bakacak olursanız, filozofların kafası benden daha karışık. Filozofların filozofu Platon: “Konuşma, insanın aklını kullanma sanatıdır.” diyor. Montesquieu: “İnsan ne kadar az düşünürse, o kadar çok konuşur.” Bir diğeri: “Sus ya da susmaktan daha değerli bir şey söyle” derken, diğeri çıtayı yükseltiyor: “İnsanın ağzından konuşan Tanrı’dır!” Uzlaşmacı olup, insanı akla, mantığa davet eden ılımlılar da var: “Her bildiğini söyleme, her söylediğini bil.” gibi. Durumu iyice içinden çıkılmaz hale getirenler de: “Susmanın kudretine inanıyorum. Bu mevzu üzerinde saatlerce konuşabilirim.” Filozofun harman olduğu yerden, Almanya’dan Nietzsche gece gece bunalmış haykırıyor: “Arzum bir pınar gibi kaynıyor içimde. Konuşmak istiyorum!” Diyorum size, filozofların kafası benden karışık.

filozoflar

Kim ne derse desin, ben konuşmaktan yanayım. Kendimi bildim bileli bu konuda beni engellemeye çalışanlar olsa bile. En başta sevgili ağabeyim. Aramızdaki yaş farkı nedeniyle, bir yıl ortaokulda, bir yıl da lisede aynı okula gittik. Başlarda, okuldan eve döndüğümüzde, bütün gün yaşadıklarımı, otuz iki kısım tekmili birden anlatmaya başlayınca: “Tamam ya tamam! Biz de aynı okula gidiyoruz herhalde…” diye hemen sustururdu. Sonraları: “Allah Allah… Yahu biz aynı okula gitmiyor muyuz? Nerde oluyor bütün bunlar? Ben niye görmüyorum?” demeye başladı ve beni yalancılıkla suçladı. Olup biteni anlatırken biraz “süslediğim” doğrudur ama yalancılık çok ağır bir itham! Bu travmatik durumun etkisiyle, kim bilir kaç kez, tam konuşmam gereken yerde yutkunup susmuşumdur. Söyleyeceklerim içimde kaldı. Etrafımdakileri de güzel sohbetimden mahrum bıraktım. Yeri geldiği için söylüyorum, daha çok konuşamıyorsam, tek suçlusu ağabeyimdir! Ayrıca, sevgili ağabey, bu yazıyı okuyorsan bilesin, bugün bile ben konuşurken, “anlat anlat…” diyen o müstehzi bakışlarını, o bıyık altından gülmelerini görmüyor değilim. Susuyorsam, saygımdan.

Gelelim rahmetli babaanneme. Anneanneler, babaanneler torunlarıyla en çok n’aparlar? Dizlerine oturtur, masallar anlatırlar değil mi? Babaannemin sık sık dizleri ağrır, beni kucağına oturturdu. Oturur oturmaz, daha o ağzını açmadan, benim içimdeki plak dönmeye başlar, aklıma ne gelirse anlatırdım. Anlatacaklarımın ortasına bile gelmeden, “Yeter gızım, başım ağrıdı. Çok laf Kur’an’da yakışır.” der, beni kucağından indirirdi. Kim bilir, belki de dizlerinin ağrısı geçerdi de beni indirmek için bahane arardı. Günahı boynuna. Fakat bazen söylenmenin dozunu artırıp: “Apugat (avukat) çeneli! Tefe çeneli! (bunun ne anlama geldiğini bilmiyorum)” diye kızıp, ortamı terk ettiği de olurdu. Hani nerde kaldı büyüklerin şefkati, sabrı? Sustuklarımın bir diğer sorumlusu da babaannem, adıyla, sanıyla Madanların Hacer’dir.

Ve fakültedeki hocalarım hariç, bütün öğretmenlerim! Sizler de sorumlusunuz! Her veli toplantısında, önce notlarımla annemin gözünü boyayıp, sonra “amaaa…” diye başlayan cümleler kurmadınız mı? Senelerce, annemin bu toplantılardan eve dönüşünü nasıl kaygıyla bekledim, siz biliyor musunuz? Üstelik de başarılı bir öğrenci olmama rağmen. “Ama çok konuşuyor”lar, “sınıf düzenini bozuyor”lar, “yerini değiştirmek zorunda kalıyorum”lar… Hep şikayet! Hep şikayet! N’oldu? Üç beş yıl sabredemediniz. Mezun oldum gittim işte. Şimdi rahat mısınız?

Bakın, bu konuşma mevzuunda sadece benim ya da filozofların değil, bilim insanlarının da kafası karışık. İnsanların ilk olarak nerede, ne zaman ve nasıl konuştuğu konusunda antropologlar bir türlü hemfikir olamamışlar. Kimileri diyor, atalarımızın beyinleri büyüyüp, sofistike hale gelir gelmez, konuşmaya başladılar. Kimi diyor, hayır! Dil, başlangıçta kullanılan jestlerden ve seslerden yavaş yavaş gelişti. Tarih öncesi çağlardan kalan kafataslarındaki işitme kemiklerini inceleyen bir grup bilim insanı, insanlar 400 bin yıldır konuşuyor diyor. Bazıları bu tarihi 160 bin yıl seviyesine kadar “indirgiyor.” Değil 400 ya da 160 bin, 40-50 bin yıl bile olsa, ne bulmuş da konuşmuş atalarımız bu kadar bilmem. Yeryüzünde söylenmemiş söz yoktur, diyenler haklı bu durumda. Yani sonuç olarak, konuşma ve konuşulanı anlama yeteneği, insan evriminde önemli bir dönüm noktası.

Bu konuda, gözleme ve not alma seviyesinde kalsa bile, benim de tecrübelerim var. Bundan on beş yıl önce, belki de benim yaşadığım en sıcak yazlardan biri olan 2001 yazında Deniz’i doğurdum. “Deniz kız mı, erkek mi?” sorusuna çok aşina olduğum için hemen söyleyeyim, Deniz bizim kızımız.

Annelik o zamanlar, şimdiki kadar olağanüstü, muhteşem, kutsal ve sadece bana özgü (!) bir şey değildi. Milyarlarca kadından –hatta dişi diyelim- biri olan annem beni doğurmuş, ben de Deniz’i doğurdum. Hepsi bu. Kafama bir kırmızı kurdele, kapıya bir pembe balon takan bile olmadı. Hep annemin kabahati bunlar. Bütün hayatı boyunca yaptığı her şeyi, o kadar sessiz, derinden ve normali böyleymiş gibi yaptı ki beni de buna inandırdı. Beyin gücüyle cisimleri hareket ettirmek gibi olağanüstü bir yeteneğim olsa ki Allah’tan yok, o annenin çocuğu olduğum için, ne var bunda, istese herkes yapar diyeceğim, o derece yani. Oysa şimdi her doğumda, yeni bir distopik film izliyor gibiyiz. Yeryüzünde taş taş üstünde kalmamış. Tüm insanlık yok edilmiş. Bir tek kişi kalmış ve o da hamile. Doğuracak ki insanlık devam etsin… Olaylar bu minvalde gelişiyor. Son yıllarda doğum öncesi hazırlıklar ve sonrasında yapılan kutlamalar bende bu hissi yaratıyor.

Her neyse, sizi hayal kırıklıklarımla meşgul etmeyeyim. Bir ara annemle konuşur, hesaplaşırım.

O dönem Bakırköy’de bir evde yaşıyoruz. Her sabah uyanır uyanmaz, Deniz’i alıp balkona çıkıyorum. Tek tek her şeyi selamlıyoruz

“Günaydın gökyüzü.”

“Günaydın bulutlar.”

“Günaydın kuşlar, kediler.”

“Günaydın incir ağacımız.”

“Günaydın erguvan.”

“Günaydın balkon masamız…”

balkon2

Abartmıyorum, bu seremoni, tarafımdan her gün tekrarlanıyor. Elbette bunun muhtelif sebepleri var. Doğum sonrası kadınların yaşadıklarını bilmeyen yok. Dokuz ay evvel ayaklanıp, etrafınızdaki insanları, sizin yarı deli olduğunuza inandıran hormonlar, tereddütü olanlar varsa, onları da ikna etmek için atağa kalkmış durumdadır. Yerli yersiz ağlamalar, gülmeler, durup dururken öfkelenmeler… Kalabalık gitmiş, ortalık sessiz. Bir siz, bir de üç beş aylık bir insan, kalmışsınız baş başa. Bu küçük insanı, içine doğduğu ve hala yabancısı olduğu dünyayla tanıştırmak istiyorsunuz. Bu konuşma alıştırmaları neticesinde, belki de daha üç aylıkken onu konuşturabilirsiniz. Yani ben öyle düşünüyorum. Ve tabii en başta anlattığım bastırılmışlık (!) hissini de unutmamak gerek. Hal böyle olunca, bildiğim her şeyi aktarmaya çalışıyorum Deniz’e. Bir canlı ya da bir nesne üzerine saatlerce konuşuyorum. Olup biten her şeyi ayrıntılarıyla anlatıyorum. Ona soru soruyorum, ben cevaplıyorum. Onun bana sorması gerektiğini düşündüğüm soruları kendime soruyorum ve yine ben cevaplıyorum. Kabul ediyorum, biraz tuhaf bir durum.

Böylece aylar geçti. Toprağa diktiğim bir tohumun vereceği ilk filizi bekler gibi, her gün Deniz’in konuşmasını bekledim. Acaba nasıl konuşacaktı? İlk ne diyecekti? Cümle mi kuracaktı? Tek bir sözcük mü söyleyecekti?

Bir yıl sonra, sıcak bir Temmuz sabahı, Safranbolu’ya gitmek üzere İstanbul’dan yola çıktık. Bir şeyler atıştırmak için Bolu Dağı’nda mola verdik. Önce Deniz’in yemeğini yedirdim. O sırada Kenan da yemeğini yedi. Sonra Kenan nöbeti devraldı ve ben yemeğimi yemeğe başladım. Lokantadan çıktılar. Birkaç dakika sonra geri geldiler. Kenan:

“Nigâr, Deniz’in sana bir sürprizi var.” dedi.

“E, neymiş bakalım o sürpriz?” diye sordum.

“Burada olmaz, bizimle gelmen lazım.” dedi. Peşlerine düştüm, gittik. Tesisin arkasında büyük bir teras var, oraya çıktık. Teras, Bolu Dağı ormanlarına bakıyor. Üçümüz de durmuş, öylece ormanı seyrediyoruz.

“E, hani nerde sürpriz?” dedim. Kenan ormanı göstererek:

“Orda!” dedi. Sonra eliyle ormanı işaret ederek Deniz’e sordu:

“Onlar ne kızım?”

“Ağaç!”

İnanamadım! Kenan bir daha, bir daha sordu. Her seferinde doğru cevap geldi:

“Ağaç!”

agaclar1

O anı her hatırladığımda, ilkokuldaki okuma kitaplarımızdan birinde yer alan, Refik Halit Karay’ın Eskici isimli hikayesi gelir aklıma. En çok da anası babası ölünce Arabistan’daki halasına gönderilen Hasan’ın, aylarca Türkçe konuşamadıktan sonra, eve gelen eskiciye, kendiliğinden ana dilinde soruverdiği: “Çiviler ağzına batmaz mı senin?” sorusu. Eskici’nin Türk olduğunu anlayınca Hasan konuşmaya başlar.

“Asıl konuşan Hasan’dı, altı aydan beri susan Hasan… Durmadan, dinlenmeden, nefes almadan, yanakları sevincinden pembe pembe, dudakları taze, gevrek, billur sesiyle biteviye konuşuyordu. Aklına ne gelirse söylüyordu. Eskici hem çalışıyor, hem de, ara sıra “Ha! Ya? Öyle mi?” gibi dinlediğini bildiren sözlerle onu söyletiyordu; artık erişemeyeceği yurdunun bir deresini, bir rüzgarını, bir türküsünü dinliyormuş gibi hem zevkli, hem yaslı dinliyordu; geçmiş günleri, kaybettiği yerleri düşünerek benliği sarsıla sarsıla dinliyordu.”

Eskici işini bitirip evden giderken Hasan hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. Eskici onu teselli etmeye çalışır. Hikaye aşağıdaki cümlelerle biter.

“Bunları derken onun da katı, nasırlaşmış yüreği yumuşamış, şişmişti. Önüne geçmeye çalıştı amma yapamadı, kendini tutamadı; gözlerinin dolduğunu ve sakallarından kayan yaşların, Arabistan sıcağıyle yanan kızgın göğsüne bir pınar sızıntısı kadar serin, ürpertici, döküldüğünü duydu.”

Ben de o an, aynı duyguyla ağlamaya başladım. Hasan’ı ve Eskici’yi ağlatan açlıkla, benim Deniz’den bir sözcük duymaya olan açlığım aynıydı.

“Çiviler ağzına batmaz mı senin?”

“Ağaç!”

Deniz’le olan monoloğum, bir tek sözcükle bitmişti. O artık bu dünyadandı. Konuşabiliyor, kendini ifade edebiliyordu. Benden, Kenan’dan bağımsız, özgür bir küçük insandı. Ömrü uzun olsun, kızımla on beş yıldır yaşadığım hiçbir şey beni bu kadar heyecanlandırmadı.

safranbolu

Şimdi o on beş yaşında koca bir kız. Anaokulunu da sayarsak, on bir yıldır okula gidiyor. Başarılı bir öğrenci. Her veli toplantısına gittiğimizde, öğretmenleri önce memnuniyetlerini dile getiriyor, sonra “Amaaa…” diyorlar. Çok konuştuğunu, bazen onun yüzünden ders anlatamadıklarını, bu yüzden yerini değiştirip ön sıraya oturtuklarını söylüyorlar. Anaokulu öğretmeni sevgili Azize Hanım, “Daha bir tek gün, önce Deniz’i görüp, sonra sesini duymadım. Daima, önce sesi, sonra Deniz gelir.” diyor. Son on yıldır, bizim evde en sık sarf edilen cümleler: “Sıranı bekle, dinle, sözümü kesme, yavaş konuş lütfen…”dir. Kalabalık yerlerde, lokantada, metroda o konuşurken, elimi bir arabanın gaz pedalındaki ayak gibi sürekli inip kaldırarak hızını ayarlamaya çalışırım. Bazen o kadar hızlı ve kesintisiz konuşur ki freni tutmayan bir bisikletle yokuş aşağı gidiyorum hissine kapılırım.

Ve şimdi bütün bunlara rağmen diyorum ki:

Konuş kızım!

Zihninde yumak yaptığın düşüncelerin ipidir konuşmak. Çek ucundan, aç yavaş yavaş. Kurtul yükünden düşüncelerinin. Yenilerine yer aç.

Bazen su gibidir sözler, ferahlatır. Bazen bir yaranın üzerini kapatır. Güldürür, ağlatır. Konuş kızım!

Konuşmak dokunmaktır. Konuşarak karşındakine dokunabilir, sevebilir, ayaklarını olmasa da yüreğini ısıtabilirsin. Konuş kızım!

Sırf ağzınla değil, her şeyinle konuş kızım. Ellerinle, ayaklarınla, gözlerinle, kalbinle. Ve bunların hepsiyle dinle. Aman dinle kızım.

Bak Yunus’un bu deyişini senin için seçtim. Diyeceğim her şeyi, öyle yalın, öyle güzel demiş ki.

Keleci bilen kişinün yüzini ag ide bir söz
Sözi bişürüp diyenün işini sag ide bir söz

Söz ola kese savaşı söz ola bitüre başı
Söz ola agulu aşı balıla yag ide bir söz

Kelecilerün bişürgil yaramazunı şeşürgil
Sözün usıla düşürgil dimegil çag ide bir söz

Gel ahî iy şehriyâri sözümüzi dinle bâri
Hezâr gevher ü dînârı kara toprag ide bir söz

Kişi bile söz demini dimeye sözün kemini
Bu cihân Cehennemini sekiz uçmag ide bir söz

Yüri yüri yolunıla gâfil olma bilünile
Key sakın key dilünile cânına dâg ide bir söz

Yûnus imdi söz yatından söyle sözi gâyetinden
Key sakın o şeh katından seni ırag ide bir söz

Bilmediğin sözcükler var değil mi?

Keleci” mesela. Türkçe bir sözcük kızım. “Anlamlı söz” demek.

“Gel ahî iy şehriyâri” derken, “Gel ey kardeş, ey dost” diyor.

“Hezâr gevher ü dînâr” , “binlerce mücevher, altın” demek.

“Uçmag” en sevdiğim Türkçe sözcüklerden: “Cennet” anlamına geliyor. Tekirdağ’daki Uçmakdere’yi hatırlıyor musun?

Yunus’un, “Bu cihân Cehennemini sekiz uçmag ide bir söz” dediği, Bu cihan cehennemini, sekiz cennet ede bir söz”

En sonda da, “Key sakın” yani “pek sakın” diyor.

Ben demiyorum, Yunus diyor. Yunus’u dinle kızım. Hiç yanlış dememiş bugüne kadar.

Yoruldun mu? Küçükken yorulunca battaniyeni kapar gelir, “Anne, yumuşak şarkı söyle” derdin. Repertuvarımızda bulunan “yumuşak şarkılar”dan biriyle başlardık. Daha ikincisi gelmeden, parmağın ağzında uyumuş olurdun. Yazının başlangıcına bir tanesini koymuştum. Dur bir tane yumuşak şarkı da buraya koyayım.

İyi geceler kızım.

18 Kasım 2016

Münih

Yumuşak Şarkı 2

Konuş Kızım!’ için 16 yanıt

  1. sanırdım ki sesimin tınısı dünyayı yerinden oynatacak. dediler ki zor o iş beceremezsin. hayal kırıklığı ile geçen yıllar sonra uyanış. sesinizin tınısı dünyayı ziplatır. o tını kız olur oğlan olur halaya durur. deniz olur elif olur defne olur…

  2. Yaz kızım! Ne çok ayak izlerin var senin, Deniz çok şanslı Nigar! Bu arada tıpkı annesi, sevgiler.. [bahsettiğim ninniyi, Barış Manço’dan ilk kez dinledim, aldın götürdün o müsamereye]

    1. Sevgiler Sezai. Ben de hatırladım o müsamereyi. Demek ki hiç gitmemiş kulağımdan o ninni.

  3. Az önce Sezai’den aldım böyle bir platformun olduğu haberini… Ne iyi etmişsin de okyanusa bir şişe bırakmışsın. Bak! Tekneme çarpıverdi işte… Selamlar, sevgiler…

    1. Ne güzel! Ne sevindim! Ben şişeler bırakmaya devam edeceğim. Çok sevgiler.

  4. Sohbeti siir dinler gibi, hikayeleri cabucak bagimlilik yapan guzel insan, yuregimize dokundun bu yaziyla…

    1. Siz yazıya dokununca, benim de burnuma güzel bir lavanta kokusu geldi. Teşekkür ederim.
      Sevgiler.

  5. Senin gibi annelere sahip olan kız çocukları çok şanslı, maalesefki cinsiyet ayrımcılığından dolayı kızların halen çok konuşmaması gerekliliği, toplumumuzda aşılabilmiş bir durumda değil,oysa birey olarak kendilerini ifade edebilmeleri için özgürce konuşabilmeli herkes… Hatta kendilerine olan güvenlerini artırabilmek için başka şeylerde yapılmalı, Erkek çocularımızı sünnet ettirirken düğün yapıyoruz,Eşim kızımızın genç kız olduğunu bana söylediği gün, akşam pasta yaptırdım ve o günü kutlamıştık,…

  6. …Bir heyecanla gelmiştik Bakırköy’deki evinize, sizi ziyarete ablamla. Kapıyı Kenan açtı. Bizi nazikçe içeri buyur etti. Haliyle gözümüz seni (Nigâr’ı) aradı. Kenan bakışlarımızdaki durumdan hareketle saniye sektirmeden “Nigâr, Deniz ile birlikte odada… Konuşuyorlar.” deyiverdi… Bir an es vermek zorunda kaldım. Az önce yolda ablama bahsetmiştim çünkü… Arkadaşım Nigâr, eşi Kenan ve bebekleri Deniz bizi bekliyorlar. Bebekleri… Bildiğin bebek yahu! Taş çatlasa 3 yaşında ya var ya yok… Kafamda deli sorular döne dururken Kenan konuya açıklık getirdi. Meğerse Deniz, hikaye kitaplarından birini yırtmış. Bunun üzerine sen de onunla konuşmaya karar vermişsin, zamanlama olarak biz de tam onun üzerine gelmişiz. Sonrasında çok keyifli bir akşam yaşadık. Ama şimdi anlıyorum konuşmandaki ısrarı… İyi ki ısrar etmişsin… İyi ki de hâlâ ediyorsun… Ben de ısrar ediyorum o halde… Konuş Nigâr… Hâtta konuştuğun her şeyi de yaz… Yaz ki biz de umutlanalım…

    1. Ah Suat! O zaman çoğunlukla ben konuşuyordum, o dinliyordu. Şimdi tersi oldu. Aşırı dozda! Ben de bu sebeple yazıyorum:))
      Ne güzel bir akşamdı…

MUSTAFA BAŞAK için bir cevap yazın Cevabı iptal et

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.